Lalla İle Yüzleşmek - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Salı, Mayıs 7, 2024
Poli

Lalla İle Yüzleşmek

Çocukluğum Vadili’de geçti. Mesarya ovasının tam ortasında, düz ve büyük bir tepsiye benzer kurak topraklar üzerinde çoğunlukla kerpiçten yapılmış sıra sıra evlerin dizildiği, sıradan ve gösterişsiz bir hayatın sürdüğü bir köyde. Doğup, on yaşıma kadar yaşadığım bu köyde peşimi hiç bırakmayacak, yaşlandıkça daha da depreşen en kalıcı anılarımı yaşadım.

Köyde aileler arası yaşanan olağan didişme ve dedikodu olaylarını saymazsak, yaşamın sükunetini bozan iki konu vardı. Yoksulluk, o dönem her yerde yaşandığı kadardı ve daha da ötesi hayal bile edilemediği için herkes için olağan sayılırdı ancak köyde yeteri kadar su olmaması tam bir baş belası idi. Su ihtiyacı, İngiliz sömürge yönetiminin köyün sağına soluna yerleştirdiği birkaç sokak çeşmesinden karşılanırdı fakat o da kısıtlı idi. Suyun geliş saatleri vardı ve kim önce giderse, suyu öncelikle alma hakkı onda olurdu. İşte burada iş biz çocuklara kalırdı. Sekiz on litrelik kullanılmış sıvı yağ kutularına tahtadan sap yaparak oluşturulan su tenekelerini herkesten önce çeşme başına götürüp dizmek bizim görevimizdi. Annemiz bir ara gelir, tenekelerin diziliş sırasına göre su sırasının bize ne zaman geleceğini tahmin eder bizi nöbette bırakır ve giderdi. İşte ne olursa bundan sonra olurdu. Ya daha büyük bir çocuk gelir, ya da bir kadın veya adam, tenekelerin sırasını değiştirir, kendilerinkini ön sıraya yerleştirir ve sonra da kavgalar başlardı. Kavgalar dalaşma biçiminde kısa süreli ve sonuç odaklı olurdu. Kısa sürede unutulurdu ancak haklarımıza yeteri kadar sahip çıkamadığımız için arada bir annemizden dayak yediğimiz de olurdu.

Vadili, Rumlarla Türklerin birlikte yaşadıkları karma bir köydü. Ancak bin 500 den fazla Rum ile 7 yüz civarında Türk, sınırları kesin çizgilerle ayrılmış farklı alanlarda yaşarlardı. Karma yaşam, sınır oluşturan bazı sokaklarda yaşanırdı fakat buna rağmen, birbirlerinin dilini konuşabilen köylü sayısı azdı. Özellikle gençler ve çocuklar arasında.


Biz, etrafta Türk ailelerin olmadığı, köye Lisi’den geliş tarafından girişte bir çiftlik evinde oturuyorduk. Çiftlik devlete aitti ve yöre köylerdeki büyük ve küçükbaş hayvan ırkının ıslahını hedefleyen damızlık hayvanlardan oluşuyordu. Bu uygulama, sömürge döneminde başlatılmış cumhuriyet döneminde de devam ettirilmişti. Babam, İkinci Dünya Savaşı’na İngiliz Ordusu’nda katırcı olarak katılmış, dört yıl süren serüvenin sonunda döndüğü zaman Rumca ve İngilizce bildiği için kamu görevine ziraat memuru olarak alınmıştı. Sömürge döneminde her hangi bir yörede göreve atanan memur, köylülerle çok fazla yüz-göz olmasın diye birkaç yılda bir görev yeri değiştirilir, ülke içinde adeta göçebe hayat yaşardı. Atama emri gelince her şey sarılır sarmalanır, hiç bilinmeyen diyarlarda, hiç yaşanmamış yeni ilişkilere yelken açılırdı. Televizyonun olmadığı, hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden uzun kış gecelerinde annemin Lefkoşa’ın o zamanlar varoşlarında yer alan Atalasa Çiftliği’ndeki hayret uyandıran anılarını dinlerdik.

Anlatılanlardan anladığım kadarı ile Atalasa dönemin önemli çiftliklerinden birisiydi ve personeline ilaveten mahkumlar da o çiftlikte çalıştırılırlardı. Annemler devlet memuru olup dönemine göre sınıf atlamalarına rağmen, çiftlikteki zavallı mahkumlara  acır, onlara gizlice su ve yiyecek verirlerdi. Bu uygulama yasaktı ve memuriyetten tard edilmelerine neden olabilirdi. Çocukluğum, annemlerin anlattıkları Lefkonuk (Geçitkale), Aytotoro (Çayırova) ve Mağusa hikayeleri ile beslenirdi. Şimdi sırada Vadili vardı ve bu köyü ablam ve 16 yaşında askere alınana kadar abimle beraber hep birlikte yaşıyorduk.

Bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımın unutulmaz kahramanım evleri az ileride, Rum sinemasının yanında olan yaşıtım Mariya idi. Henüz okula başlamamıştık ve gün boyu bize gelir, saatlerce bitmez itmez konuşmalar yapardık. Ben, Türkçe ile birlikte Rumcayı da yavaş yavaş sökmeye başlamıştım. Çocukça konuşmalara yetecek kadar Rumcam olmuştu.

Gün boyu bizde kalır, çoğu zaman öğle yemeğini bizde yer, gün kararmaya yakın her zaman siyahlar giyen asık suratlı somurtkan nenesi söylene söylene gelip onu alana kadar koşuşup oynardık. Sonra bize Lalla da katılmaya başladı. Lalla, evimizin karşısındaki tarladan sonraki evin en küçük kızı idi. Lalla’nın babası Pekri, bu yaşama sadece çalışsın diye gönderilmiş gibi her zaman meşgul görünen bitmez itmez bir enerjiye sahipti. Annesi de öyle, her zaman üstü başı dağınık, günün boyu ona yetmezmiş gibi didinir dururdu. Sanırım dokuz çocukları vardı ve çocuk sayısı arttıkça yaptıkları işleri daha da büyütme zorunda kalmışlardı. Evleri bizim çiftlik evinden de daha ilginçti. Etrafta kazlar, ördekler, tavuklar kediler, köpekler ve domuzlar koşuşurdu. Pekri, Vadili’de en büyük büyükbaş hayvan üreticisi idi. Hayvanlarla beraber iç içe karmaşık ve yoğun bir hayat sürerlerdi. Lalla’nın evleri Mariya ile bana daha ilginç gelmiş, fırsat buldukça zamanımızı onun yanında geçirmeye başlamıştık. Zaman zaman tatsız olaylarla karşılaşırdık ancak bilinmezliğin şehveti her zaman bizi oraya çağırıyormuş gibi gitmeden duramıyorduk. Lalla’nın annesi, hafta sonları ya da bayramlarda tavuk boğazlar ancak bıçak kullanmak yerine belki de zaman yoksunluğundan, tavuğun kafasını çekip koparır sonra da yere bırakırdı. Etrafta kafasız birkaç tavuk dakikalarca tepinip dururdu. Biz her seferinde,merak, acıma ve korku karışımı duygularla ayni sahneleri sonuna kadar izlerdik. Bir seferinde bir domuzun boğazlanmasına tanık olmuştuk seyredilecek gibi değildi. Domuz, nedense ensesinden boğazlanmış, kulakları sağır edercesine çığlıklar atarak ölmüştü. Sonra da devasa bir kazanın içindeki kaynar suya atılarak tüyleri yolunmuştu.

1964’te 7 yaşıma gelince, köydeki ilişkileri derinden etkilemeye başlayan şeylerin olduğunu fark etmeye başlamıştım. Arkadaşlarımla ilk farklılaşmayı, artık okula başlayacağım için sünnet edilmem gerektiği üzerine yaşadım. Sünnet olmama hem Mariya hem de Lalla çok hayret etmiş, ailelerinde böyle bir uygulamayı ne duymuş ne de görmüşlerdi.

Aileleri onlara Türk olduğum için demiş. Ben onlar için artık Türk’tüm. Beyaz entariler içinde iyileşmek için gün sayarken teselli için ziyaretime gelirlerdi. Eskisi gibi koşup oynayamıyor, bizim evin oralarda oyalanıyorduk. Bizim evin hemen dışında bir çakıl yığınının üstünde oynarken attığım bir taş, Mariya’nın kaşına isabet etmiş kanlar içinde kalmıştı. Annem, iş büyümesin diye yüzünü gözünü yıkayıp ailesine götürmüştü ama bir işe yaramamış olacak ki dönünce beni bir güzel patakladı. Mariya bize gelmez oldu nenesi “onlar Türk’tür onlarla oynama “demiş. Annem de “zaten onlar EOKA’cıdır daha iyi da gelmezler” dedi. Ama Mariya’nın bu EOKA her ne ise öyle olmadığını biliyordum ve gelmemesine çok üzülüyordum. Sonucu değiştiremedim.

Mariya artık gelmedi.

Annemle yaşlı Rum kadın komşumuzun tel aşırı yaptıkları sohbetlere kulak kabartmaya başladım. Makarios’tan, Dr.Küçük’ten ve Lefkoşa’daki “fasariya”lardan bahsediyorlardı. Lalla da gelmez olmuştu. Sonra bir akşamüzeri babamla annemin bir tartışmasına kulak misafiri oldum. İlk öğretmenim hayranı olduğum Sermin Hanım babama “evde bu çocuğun yanında Rumca konuşmayın artık Türkçe’yi öğrenmesi lazım” demiş. Oysa ki evde sadece Türkçe konuşuluyordu sorun bizim Rum mahallesinde yaşıyor olmamızdı. Lefkoşa’daki ve daha başka yerlerdeki “fasariya”lar artmış olmalı ki, biz bir gece, yatak yorganlarımızı alarak Türk mahallesinde Faruk dayı ve Fikriye ablaların evine taşındık. Misafir gibi gittik ve iki sene onlarla beraber yaşadık. Çünkü Türk mahallesinde yerleşebileceğimiz boş ev yoktu. Kim hangi odaya nasıl yerleşti bilmiyorum ama ben, oturma salonunda duvar boyu uzanan sedir üzerinde uyuyordum. Her akşam rüyamda Mariya ve Lalla ile oyunlar oynar, sonra da nasıl olursa kollarımı tıpkı bir kuş gibi çırpınca havalanır, köy üzerinde gezer sonra da yere inecekken paldır küldür düşer ve sonra da üzerime işerdim. Ne yaptılarsa olmadı sonra da çareyi çarşafın altına büyük bir muşamba sermede buldular. Bu durum 9 yaşıma kadar devam etti.

Köyde artık ilişkiler sarpa sarmıştı. Türk desteban, Vadili Storoncilo arasında bir yerde vurulup öldürülmüş, muhtar Akif’e arkadan ateş açılarak sırtından vurulup yaralanmıştı. Herkes sıra ile akşamları nöbet tutmaya başlamıştı. Babam, işini kaybetmesin diye tanıdığı Rumlarla ilişkilerine devam eder annemle sürekli tartışırdı. Babam “korkma konuştuklarım solcu Rumlardır bana bir şey yapmazlar” der annem de kadınsı gerçekçi endişelerle “ya birisi cebine gizlice bir mermi koyar sonra da seni tutuklatırsa” diye itiraz ederdi. Artık Vadili’de yolun sonuna gelmiştik. Her gün Rum mahallesine geçip çiftlikteki hayvanlara su ve yiyecek vermek çok ciddi bir risk haline gelmişti. 1967 yılında babam, Kıbrıs Cumhuriyeti makamlarına başvurarak Vadili’de çalıştığı sürenin çok uzadığını artık başka bir yere tayin edilmesi gerektiğini söyler. Güneşli parlak bir Nisan gününde yeni bir yaşam için Evdim’in yolunu tutarız.

Üç yıl süre ile Evdim’de ve üç yıl süre ile Limasol’da yaşadığımız süre içinde artık hiçbir Rum’la karşılaşmıyorum. Bildiğim Rumca kelimeler artık hafızamdan yavaş yavaş siliniyor. Annem, babam, ablam ve abime kadar gelen Rumca konuşabilme bilgisi bende sonlanmaya başlıyor. Ta ki 1973 yılında babama Margo çiftliğinde görev verilene kadar.

Margo Çiftliği, Luricina yakınlarında Dünya Bankası’nın Kıbrıs’taki hayvan ırkını ıslah etme amacıyla oluşturduğu bir çiftlikti. Yabancı uzmanların ve beş altısı Türk olmak üzere yüzden fazla personelin çalıştığı çok önemli bir proje idi. Babam yaz tatilinde geçici işçi olarak beni oraya aldırmıştı ve yıllar sonra Rumlarla karşılaşıyordum.

Usta başlarından Ksantos’un oğlu bana Antik Yunan’ın ne kadar muhteşem bir medeniyet olduğunu, dünyada ne kadar büyük bir alana sahip olduklarını anlatıyordu. Bense ona okulda bize para ile satılan Vehbi Zeki Sertel’in tarih kitabından Osmanlıların sınırlarını gösteriyordum. Neden böyle olmuştu neden böyle bir rekabete girmiştik bilmiyordum. Sonra Türkiye’de dönemin başbakanı Demirel’in ünlü Hora gemisi gündeme geldi. “Hora Egeye açıldıydı açılacaktı” tartışmaları başladı. Dagi her fırsatta beni Demirel yerine koyarak Hora nedeni ile benimle alay ediyordu. Arada bir “Grivas ine çakki re” “Grivas çakı gibidir” der kahkaha atardı. Piroyi’li çok güzel Türkçe konuşan ona Mavromada “karagözlü” diye hitap edilen yaşlı kadın ise “bunlara kulak asma bunlar delidir” derdi. Yine Piroyi’den yaşlı Harilao transistörlü radyosu ile bana Nuri Sesigüzel’den şarkılar dinlettirerek dost olduğumuzu anlatmaya çalışırdı. Kendinden yaşça çok ileride birisi ile mutsuz bir evlilği olan Niki ise sünnetli olmanın nasıl bir şey olduğunu çok merak ettiğini söyler dururdu.

1974 bizim Rumlarla olan bütün alışverişlerimizin sonu oldu. Her iki tarafta da çok trajik olaylar yaşandı. Yıllar boyu bu olayların yası tutuldu ve her iki toplum bir kere daha bir araya gelmeyecekmiş gibi bir politika izlendi. Sonra arada iyileşmeler oldu ve 2004’te karşılıklı geçişlerle toplumlararası temaslar yeniden başladı. Kurulan ortak teknik komitelerle karşılıklı ihtiyaçları huzura kavuşturacak çalışmalar başlatıldı. En başarılı çalışan komitelerden birisi de Kayıp Şahıslar Komitesi oldu. Her iki tarafta da yakınları kaybolan öldürülen ve cesetlerinin nerede olduğu bilinmeyen kişilerin bulunması için üstün başarılar sağlandı. Çok sayıda Türk ve Rum ailenin ruhları huzura kavuşturuldu. Ancak bu buluntulardan bir tanesi, benim ruhumda derin yaralar açtı. Lalla’nın babası Pekri’nin cesedi evlerinin avlusundaki kuyuda bulundu.

Kayıp Şahıslar Komitesi’ni çok yakından izleyen, edindiği pek çok ihbarla komitenin çalışmalarına ışık tutan gazeteci Sevgül Uludağ’ın derlediği bilgilere göre, 1974’te çatışmaların Vadili’ye yaklaşması ile Lalla’nın ailesi diğer Rum aileler ile birlikte köyü terk etmişler. Baba Pekri, Türk savaş uçaklarından atılan “Bu bir barış harekatıdır,  evlerinizi mülklerinizi terk etmeyin kimse size zarar vermeyecektir” broşürlerinden birisini alarak “hayvanlarımı kurtarabilir miyim?” telaşı ile köye gelmiş. En yakın tanıdıklarını arayıp bulmuş yardım istemiş. Birlikte eve gitmişler ve ne olmuşsa olmuş, birileri Pekri’yi oracıkta öldürüp evin avlusundaki kuyuya atmış ve hayvanlarına sahip olmuş. Öldürenler pek muhtemeldir ki köyde lafazanlık etmiş ve yıllar sonra bu cinayet ihbar konusu olmuş.

Lalla, babasının öldürüldüğü tarihte 17 yaşında idi. Dahası 8 kardeşi ile birlikte göçmen düşmüşlerdi. Daha da önemlisi, babası, savaşa ve onca dramatik olaya rağmen Türklere güvenmiş ve köye dönmüştü ancak bir daha geriye dönememişti. Sonradan öğrendim ki Lalla’nın telefon numarası Sevgül Uludağ’da varmış. Benim yapmam gereken, çocukluk anılarımızın bir karşılığı olarak Pekri amca için eğer kabul ederse Lalla’dan bir özür dilemekti. Yapamadım. O bana ya da ben O’na yaşanan  dramı acıları mağduriyeti nasıl izah edecektik? Ben O’nu yok sayarak hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyorum. Ama her iki toplumdan liderler yeniden ortak bir yaşam için görüşmelere devam ediyorlar. Kim bilir belki de ideallerine kavuşurlar ancak kırılmış hayatların yeniden tamir edilmesi için sıfırdan yeni bir başlangıç için bir şeyler yapılması gerekmiyor mu?

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar