Başka bir dünyadan anılar-43 Müzik bahçemin gülleri - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Mayıs 11, 2024
Köşe Yazarları

Başka bir dünyadan anılar-43 Müzik bahçemin gülleri

Müzik bahçemin gülleri Ankara’da açtı. Ankara kültürel aktiviteler açısından İstanbul kadar zengin değildi ama çorak olan Kıbrıs’la mukayese edilince bir cennetti. Sinemalar, tiyatrolar, opera ve bale ve en önemlisi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, kendini bu alanda geliştirmek isteyen biri için bulunmaz nimetlerdi.


Öğrencilik yıllarımda Ankara tiyatrolarında sergilenen oyunların hemen hemen hiçbirini kaçırmadım diyebilirim. Buna karşılık Opera binası seyrek uğradığım bir yerdi. Yılda sadece birkaç opera ve bale oyunu sergilenirdi. Bu nedenle opera ve baleye karşı olan aşkım daha sonraları, Moskova’da alevlenecekti.
En sık ziyaret ettiğim bina, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’ydu. Cumartesi öğleden sonraları, burada öğrencilere yönelik konserler verilirdi. Bunlar izahlı konserlerdi, üstelik ya bedavaydılar ya da bir öğrenciyi bile sıkıntıya düşürmeyecek kadar ucuzdular.
Birileri çıkar ve çalınacak parça hakkında ve bestecisi ile ilgili bilgiler verirdi. O birileri, yanılmıyorsam, Faruk Güvenç idi. Güvenç, ünlü keman virtüözü Suna Kan’ın eşiydi, bir de çıkmasını dört gözle beklediğim Opus müzik dergisinin yayıncısıydı. (Kıbrıs’a döndükten sonra da yıllarca Panayot Abacı’nın çıkardığı Orkestra Dergisi’ni takip ettim.)


Güvenç sahneye çıkar ve güzel bir Türkçe ile biz müzik acemilerine çalınacak parçalar hakkında paha biçilmez bilgiler verirdi. Kendine has bir sunuş tarzı vardı. Olayları belli bir perspektife oturtabilmemiz için her olayı, bildiğimizi farz ettiği Osmanlı tarihindeki bir olayla çakıştırırdı. Örneğin, “Gazi Osman Paşa Plevne’yi müdafaa ettiği sıralarda Brahms şunu, Puccini şunu, Debussy şunu yapıyordu” derdi. “93 savaşı” olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşının 1877-78 yıllarında vukubulduğunu lise yıllarından bilen bizler, sözü geçen bestecilerin en azından o yıllarda yaşadıklarını öğrenmiş oluyorduk. (Plevne müdafaası denince aklıma hemen bu üç besteci gelir. Lâle devri veya şair Nedim denince aklıma Bach ve onun Brandenburg Konçertoları gelir. Adamın metodu etkiliymiş.)
Arada bir ve özellikle de yabancı sanatçılar geldiği zamanlarda gece konserlerine de katılırdım. En ucuz biletler en arkadaki sıralar içindi. Bu yüzden konserleri, salonun yüksekçe olan arka sıralarından izlerdim. Uzaktan İsmet İnönü’nün gelip ön sıralara oturduğunu izler ve ona hayranlık duyardım. Konser salonunda ondan başka bir politikacıya rastladığımı anımsamıyorum.
Bir gün, ODTÜ’de restorasyon dersleri veren ve birlikte Türkiye’nin tarihi yerlerini gezdiğimiz dostum Peter Pratt bana “Bu akşam konsere gidiyoruz, iki bilet ayarladım” dedi. Ankara’ya bir Amerikan orkestrası gelmişti ama bilet fiyatları yüksek olduğu için benim bütçemi aşıyordu. Dostum bunu tahmin etmiş olmalı ki bir bilet de benim için temin etti.
Salona girdik ve ikinci sıradaki yerimize oturduk. O salonda bu kadar önde ilk defa oturuyordum. Aslında ilk ve sondu. Konser saati geldi. Her taraf doldu, hatta hatırlılar girip aradaki boşluklarda yere oturdular ama bizim önümüzdeki iki koltuk boştu. Sahnede heyecanlı koşuşturmalar izleniyordu. İkide bir birileri başını uzatıp boş koltuklara bakıyordu. Nihayet İnönü ve eşi gelip önümüze oturdular.
Konser başladı. Orkestra İstiklâl Marşı’nı çalmaya başladı. Birden önümüzde tiz bir cızırtı sesi yükseldi. Şef kollarını indirdi, orkestra sustu. Mevhibe Hanım halecanla eşinin kulaklığını ayarlamak amacıyla uzandı. İnönü kolunu iterek “Karışma, ben yaparım” dedi, hem de yüksek sesle. Kendisi sağır ya, herkesi öyle sanıyor. Kulaklık düzeltildi ve marş tekrar baştan başladı. Başka bir kaza da olmadı. Ancak gürültüyü ben kendim yapmış gibi mahcup olmuştum.
Ara verilince önümde oturan İnönü arkaya dönerek sevimli bir edayla konuşmaya başladı:
– Öğrenci misin?
– Evet, efendim.
– Nerelisin ya?
– Kıbrıslıyım.
– Ne güzel, ne güzel. Kıbrıslıların Batı müziğine ilgi duymalarına pek memnun oldum. Konservatuvara mı gidiyorsun?
– Hayır efendim. İlâhiyat Fakültesi’ne gidiyorum.
– Anlamadım. Nereye gidiyorsun, nereye?
– İlâhiyat Fakültesi’ne.
– Görüyor musun hanım, ne güzel İlâhiyatçılar yetiştiriyoruz.
Buna benzer bir konuşma, Ninette de Valois (1898-2001) ile aramızda geçmişti. 70 yaşına merdiven dayamış ve 1947 yılında Türkiye’de ilk bale okulunu açmış olan İngiliz balerina, Ferit Tüzün’ün Çeşmebaşı balesini sahneye koymak için Ankaraya gelmişti. Sahnelenecek olan ilk Türk balesiydi bu.
İngiliz elçisi onun onuruna bir parti verdi. Davetli olduğum için ben de gittim. Başarılı çoğu insan gibi De Valois kendinden emin, zarif ve alçak gönüllü biriydi. Bahçede dolanıp herkesle konuşuyordu. Bahçe sanatçılarla doluydu. Yanıma gelip bale öğrencisi olup olmadığımı sordu. Olumsuz yanıt alınca ne çaldığımı sordu. “Çene çalmak” deyimini İngilizce’ye çevirmeye çalıştım. İlâhiyat öğrencisi olduğumu öğrenince “Teoloji ile balenin ne ilgisi var?” diye sordu. Ben de “Hepimiz sanatçı olamayız” dedim “bazılarımız da sanatseverdir”. “Hay, sen çok yaşayasın” gibilerinden bir şeyler söyledi. “Hep birlikte” dedim.
İtiraf etmeliyim ki bunu söylerken kadının 35 yıl daha yaşayacağını aklımın köşesinden geçirmemiştim.

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar