Kuşlar ve yabancılar - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Poli

Kuşlar ve yabancılar

sokak cadde

“Şimdiden sayıları 10 bine yaklaştığı ileri sürülen, yeni tür bir işçi kitlesi ile karşı karşıyayız. Büyük çoğunluğu yasal koruyuculuktan yoksun, değil yurttaşlık talebinde bulunabilecek, kendilerini ifade etme şansı bile olmayan, ağzı var dili yok Asyalı ve Afrikalı işçilere tanık oluyoruz. Daha kötü şartlarda, daha düşük ücretlerle ve her türlü istismara açık bir kesim. Ancak ne var ki bu kitle herkesin ortak çıkarlarına hizmet ediyormuşçasına dikkatli bir şekilde tartışma ortamının dışında tutuluyor.”

Çoğumuzun, söyledikleri ya da yazdıkları hakkında az ya da çok bilgi sahibi olduğumuz ünlü Kıbrıslı sosyolog Prof. Vamık Volkan’ın, kendisi kadar ünlenmiş tespitini ilk duyduğumda, doğrusu işin ucunda biraz “masumiyet” olduğu zannına kapılmıştım. Hoca, Kıbrıslı Türklerin 1963-74 arası sürdürmek zorunda kaldıkları “getto” yaşamına yönelik yaptığı gözlemlerde, insanlarımızın yaşadıkları şartlar çok zor olsa da yaygın olarak evlerinde kuş beslediklerini ve aslında içgüdüsel olarak geliştirdikleri bu hareketin kendi “kıstırılmışlıkları” ile ilgili olduğunu söylüyordu. Hoca bu tavrı kısaca şöyle özetliyordu; “biz gezemiyorsak, istediğimiz ölçülerde özgür değilsek siz de gezmeyin. Bu kafese girin ve kaderimizi paylaşın. Belki bir gün kafeslerimizin kapısını açıp bizi özgürleştirecek birisi çıkagelir.”

Volkan hocanın bu tespitinden hareketle Psikiyatrist Mehmet Yağlı ise, KKTC’de yetişkin erkek nüfusun çoğunluğunun “avcı” olmalarındaki ısrarın da kökeninin bu içgüdüye dayandığını ileri sürmüş. Yağlı’ya göre dönemin avcılık içgüdüsünün “Biz özgür değilsek, istediğimiz gibi gezip tozamıyorsak, hatta ölüyorsak ve siz de bizim gibi kafeste değilseniz o zaman ölün” üzerine kurulu olduğunu söylüyor. Bu tespitlerde kullanılan ortak şifre sözcük; “kıstırılmışlık”. Kötü bir duygu… Kıstırılmışlık ve arkasından gelen çaresizlik insana her şeyi yaptırır diye düşünüyordum. Öyle görülüyor ki o dönemin faturası yabani kuşlara çıkmıştı.


Kuşlardan Sonra Yabancılar

Peki şimdiki duruma ne demeli? Gazete 360’tan Nezire Gürkan’ın geçen hafta kaleme aldığı “Ada İnsan Pazarı Oluyor” başlıklı makalesinde, ülkemizde iş tutmaya çalışan yabancıların başlarına gelen acınası durumu anlatmış. Mütevazi şartlarda da olsa belki birkaç kuruş kazanabilirim umuduyla gelen ya da getirilen insanlar, bütün yasal ve etik kurallara rağmen rezil rüsva ediliyorlarmış. Gürkan, yakın çevresinden tanıklık ettiği ve bizim insanlarımızın da karıştığı çarpıcı ve dramatik insan hikayelerine yer veriyor.

KKTC’nin insan hakları sicilinde, kadın ticaretinden, kölelik şartlarında çalıştırmaya kadar uzanan geniş bir yelpazede bozulma ve geriye gidiş olduğu gözleniyor.Ne oldu da kendisine dayatılan “azınlık” statüsünü reddedip yıllarca siyasi mücadele sürdüren bu halk, şimdi kendi azınlıklarına karşı bu kadar rahatlıkla gaddarca davranabiliyor?

Yabancıların, iş bulma arayışı ile kontrolsüz bir şekilde adamıza gelip yerleşmelerine daha ilk günden itiraz edenler var. “Yoğun bir iş gücüne ihtiyacımız var” diyenlere karşılık, “bu muhaceret politikası ile zaten az olan nüfusumuzla bu topraklarda azınlık duruma düşürüleceğiz” endişesini dile getiren hatırı sayılır bir kesim var. Bu söylem, siyasi literatürde de ciddi bir yer edinmiş. Tarihsel bağlar, dil birliği ve kültürel yakınlık sonucu özellikle Türkiye’den getirilmiş ya da gelen insanların nüfusunun artması bu tür endişeleri besliyor. Devletin iyi planlanmış bir muhaceret politikasının olmaması, arzu edenlerin yanlarına ailelerini de getirip arzu ettikleri kadar süre ile çalışma fırsatına sahip olmaları, doğal olarak kendi sonuçlarını da üretiyor. Makul bir sürenin sonunda yurttaşlık talepleri ve hakkı ortaya çıkıyor. Bu noktada siyasi kırılmalar ve çatışmalar ortaya çıkıyor.

Sıra Asyalı ve Afrikalılarda

Ancak son birkaç yıldır, bütün bu tartışmaların ötesinde şimdiden sayıları 10 bine yaklaştığı ileri sürülen, yeni tür bir işçi kitlesi ile karşı karşıyayız. Büyük çoğunluğu yasal koruyuculuktan yoksun, değil yurttaşlık talebinde bulunabilecek, kendilerini ifade etme şansı bile olmayan, ağzı var dili yok Asyalı ve Afrikalı işçilere tanık oluyoruz. Daha kötü şartlarda, daha düşük ücretlerle ve her türlü istismara açık bir kesim. Ancak ne var ki bu kitle herkesin ortak çıkarlarına hizmet ediyormuşçasına dikkatli bir şekilde tartışma ortamının dışında tutuluyor. Ne yasadışı işçi simsarlarının ellerine düşmüş olmaları, ne kimliklerine el konularak önlerine konan işi yapmak zorunda bırakılmaları ve ne de çalışma hayatını ilgilendiren yasarlın temel kurallarının göz ardı edilerek çalıştırılmış olmaları; ne kamu yönetimini ne de sivil toplumu ilgilendirmiyor. Bu kesimden insanların en ciddi mağduriyetleri karşısında bile yardım talep edebilecekleri bir kurum yok. Üstelik çoğu henüz Türkçe konuşamıyorlar ve herhangi bir sosyal çevreye ait değiller.”

Son zamanlarda “sahanda su dövme” misali, özel sektör çalışanlarının sendikalaşması gerektiği üzerine tartışmalar yapılıyor. Bir kesim, yaşanan haksızlık ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması için özel sektörde sendikalaşmanın “zorunlu” hale getirilmesine yönelik talepler ileri sürüyor. Başka bir kesim ise, sendikalaşmanın zorunlu hale getirilmesinin işverenlerle işbirliği yapacak yeni bir sendikal aristokrasinin oluşmasından ve bunun kalıcı hale gelmesinden endişe duyuyor ve bu görüşü reddediyor. Ancak zaman akıp geçiyor, iş yasalarının koruyuculuğundan yoksun olarak çalışmak zorunda kalan çalışan sayısı hızla artıyor ve KKTC’nin, organize insan kaçakçılığı ve insan hakları ihlalleri suçlaması ile uluslararası raporlardaki yeri hızla yukarılara tırmanıyor.

Bu defa akla yine yurttaşımız Psikiyatrist Mehmet Yağlı geliyor. Tespitlerinde bir sorun olabileceği kuşkusu beliriyor. Akla, 1974’ten beridir bunca “özgürlük” ortamına rağmen neden Kıbrıs Türk erkek nüfusun büyük çoğunluğunun hala daha “ben özgür değilsem sen de olma” içgüdüsü ile adamızın geçici misafirleri olan yabani göçmen kuşları sürüler halinde avlamalarının izahatının ne olabileceği sorusu geliyor.  Üstelik bu duygu 1974’ten sonra azalmamış artmış. Yağlı, bu sorunun cevabının  gerçekte özgür olmakla, özgür olduğunun söylenmesi arasındaki farkta saklı olduğunu söylüyor.

Öyle anlaşılıyor ki; bizim özgürlük içgüdülerimiz, önce kuşları, şimdi de yabancı işçileri tutsak etmeye endekslenmiş.

Ne Yapmalı?

Devletin ülkedeki kayıt dışı işgücünü denetim altına alması bir yana, sürecin akışkanlığını azaltacak önlemler alması bile olası görünmüyor. Çünkü sağlık, eğitim, çalışma, güvenlik ve ikamet koşullarını düzenleyen birimler gibi temel hizmetler veren kurumlar arasında bir iletişim ve koordinasyon yok. Bu alanı düzenlemeye yönelik tek görünür kurum olan Çalışma Dairesi’nin bu yılın ilk üç aylık denetimleri sonucu tespit edebildiği kayıt dışı çalışan sayısı 145. Bunların 115’i Türkiyeli, 30’u ise farklı ülkelerden gelmiş. Dairenin denetçi sayısının 10 – 11 kişi olduğu ve ilkbahar yaz aylarında geçici işçi çalıştırma kapasitesinin daha da yükseldiği dikkate alındığında, bir sonraki raporlarda gerçekleşen rakamlardan birkaç kat daha fazla artmış olabileceği ihtimali çok yüksek. Bu noktada sivil vicdanın devreye girmesi gerekiyor. Mağdur edilen yabancıların haklarını arayabilecekleri bir danışma-hukuk ofisinin oluşması gerekiyor. Bireysel başvuruları değerlendirebilecek olan, tespit edilen sorunları gerekirse hukuğa yansıtabilme kapasitesine sahip bir oluşum, hak ihlallerinin önüne geçebilir. Onca sendikanın, profesyonel sayılabilecek bütçe ve kadrolarla faaliyet yürüttüğü ülkemizde, iş yasalarını ihlal eden işverenleri izleyecek, her yeni gelenin daha kötü koşullarda çalıştırıldığı Asyalı Afrikalı işçilerin mağduriyetlerini hafifletmeye çalışacak ortak bir ofis açma kapasiteleri vardır. Sorun böylesi bir iradenin olup olmadığında. Kim bilir? Belki de sendikacılarımız da avcıdırlar!

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar