Korku ve Güvensizliğe Dayalı Barış Arayışları Sonuç Verir Mi? - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Mayıs 4, 2024
Poli

Korku ve Güvensizliğe Dayalı Barış Arayışları Sonuç Verir Mi?

Geçtiğimiz Pazartesi günü, Lefkoşa Surlariçi’nin en renkli sokaklarından Arasta’da, bir tanıdığımı dükkanındaki yoğunluktan kurtulup biraz laflamak için beklerken, ilginç bir olayla karşılaştım.

Öntaç DÜZGÜN | POLİ

Çarşının en yoğun olduğu o saatte, bir personelin “gene geldiler” diye sesini yükseltmesi ile dükkan sahibi sokağa fırladı ve bir anda kendini resmi üniformalı kalabalık bir grubun içinde buldu. Grubun, siyah gözlüklü, jöleli saçlı ve sivil giyimli olan sorumlusu, dükkan sahibi ile hararetli bir tartışmaya girişti. Konu, dükkan önünde sergilenen eşyaların “sarı çizgi” ile temas edip etmediği idi.


Tartışmaya, diğer komşu dükkan sahipleri de karışmış, hep birlikte gelenlere itiraz ediyorlardı. Kimisi, çizgiye dokunmanın ne sakıncası olduğunu soruyor, kimisi ise yolun iki yakasında çizilen sarı çizgilerin eşit genişlikte olmadığından yakınıyorlardı. Tartışma ancak birkaç dakika sürmüştü ki, içeride alışveriş yapanlardan bir Rum kadın, Rumca “dışarıda ‘fasariya’ çıktı” diye bağırarak arkadaşı ile birlikte korku içinde dükkanı terk ettiler. Personelin “korkmayın bir şey yok onlar polis değil belediyeciler” demeleri de işe yaramadı.

Müşterilerden Rum olanlar, panik içinde ellerindeki eşyaları bırakarak ayrıldılar ve soluğu Lokmacı Barikatı’nda aldılar.

Kimileri, Türk çarşısında alışveriş yapmayı olağan sayan (göze alan) bu Rumların davranışlarını aşırıya kaçmış korku olarak nitelendirebilirler. Bunun için de Türk bölgesinde bugüne kadar kayda geçmiş kriminal bir olayın olmamış olmasını gösterebilirler. Ancak yine de, korkuya dayalı bir güvenlik algısı olduğu ve akla ilk gelenin “güvenli bölgeler” olduğu bir gerçek. Güney Kıbrıs’ta bazı fanatik unsurlarca arabaları taşlanan, tartaklanan veya tehdit edilen Kıbrıslı Türkler olduğu ve Güney’deki güvenlik ve hukuk sisteminin bu tür durumlarda güven veremediği için tek çözümün Kuzey’e kaçmak olduğu da bilinmeyen bir sır değil. Mart 2014’te barış konulu bir konferansa katılmak üzere Limasol’a giden eski cumhurbaşkanlarından Mehmet Ali Talat’a yönelik saldırıdan hiç kimsenin sorumlu tutulmaması ise, bardağı taşıran son damla olarak hafızalarda duruyor.

Kıbrıs’ta yaşayan toplumlar bakımından güvenlik sorunu, maalesef ayrılık kültürünün ete kemiğe dönüşmeye başladığı ve sıcak çatışmaların yaşandığı yıllar öncesi kadar somut varlığını sürdürüyor.

Ve yeni nesil toplumlararası görüşmelerde bütün ağırlığı ile diğer tüm yaşamsal konuları domine edebiliyor. Kıbrıslı Türkler Kıbrıslı Rumlara, Kıbrıslı Rumlar ise Türkiye’ye hiç mi hiç güvenmiyor. Bu korku kimilerine göre yaşanmış geçmişe ve somut verilere dayanıyor.

Kimilerine göre ise, büyükten küçüğe doğru ilgili taraflar, varlık dayanakları olan statükolarını sürdürebilmek için korku ile yüzleşmeye olanak tanımıyor, korkuyu besliyor ve hatta güvenlik sorununun rahat bir ortamda tartışılmasına bile olanak tanımıyor. Bunun için de, bir diğerinin kabul etmesi olası olmayan güvenlik önerilerini “kırmızı çizgi” sınırı olarak ilan edebiliyor.

İki toplum liderliklerinin 20 ayı bulan ortak bir çalışma sonrası Cenevre’de 5’li konferansın başlamasına zemin hazırlamaları, kuşkusuz ki çözüm yönünde içinde çok önemli bazı ilkleri de barındıran değerli bir aşama olarak sayılmalı. Ancak öyle görünüyor ki altı başlık altında toplanan çözüm sorunları içerisinde, toprak (sınırlar) ve güvenlik (garantiler) konuları hepimize konferansın geleceği bakımından dinamit vareli üzerinde oturuyormuşuz hissi yaratıyor.

Herkesin olmazsa olmaz kesin kırmızı çizgiler ileri sürmeleri yanında bir de görüşmeler yönteminin “ya hep ya da hiç” olarak seçilmesi, adanın büyük çoğunluğunda çözüm yönünde karamsarlığa neden oluyor.

Dışarıdan bakıldığı zaman görünen o ki; Görüşmelerde izlenen yöntem, yaşayabilir bir çözüm şekli yaratma ve barış inşa etmekten çok, geleceğe yönelik pozisyon elde etme üzerine kurulu. Taraflar mevcut güç ve yeteneklerini sınırsızca kullanarak bir diğerine karşı taviz koparma ve üstünlük elde etme peşinde. Sanki da, gelecekte yaşanacağı öngörülen bir çatışmadan sonra kimin elinde ne kadar toprak ve yetki kalacağının pazarlığı şimdiden yapılıyor gibi bir görünüm var.

Geçtiğimiz hafta, POLİ’de konuk yazar olarak “Kıbrıs Müzakerelerinde Mekan Politikaları 3” isimli makalesi yayınlanan Doç. Dr. Hossein Sadri, bu soruna dikkat çekiyor. Yıllar önce etnik toplulukların güç paylaşımı üzerinden çözüm yaratılan Lübnan’da,  işbirlikleri öngörülürken sonucun çatışmalara dönüşerek bölünme yaşandığını hatırlatarak şöyle diyor:

“Göründüğü üzere, iki bölgeli federal Kıbrıs düşüncesi tamamıyla iki toplumlu Kıbrıs tezine dayalı olarak planlanmıştır. Başta Lübnan devletinin yapısında da görüldüğü üzere, etnisite odaklı bir devlet yapılanmasının ciddi sorunlara neden olduğu söylenebilir. En temel sorun böyle bir yapının insanların ortaklıklarından hareketle oluşması değil, belirgin çizgilerle ayrışmalarından hareketle oluşmasıdır.

Böylece bu politikalar etnik kimlikleriyle ön plana çıkmalarını sağladığı topluluklar arasında anlaşmazlıkları ortaya çıkarıyor.

Ayrıca bu belirgin çizgilere uymayan ötekileri yani melezleri veya azınlıkları dışlayarak toplumsal yapıyı parçalamaya, bozmaya ve dolayısıyla devleti işlevsizleştirmeye götürüyor

İnsanların sadece temsili demokrasi vasıtasıyla değil, doğrudan karar verme mekanizmalarına katılımlarını sağlamak amacıyla ve idari gücü tabana yaymak için daha az nüfusu barındıran daha çok bölgeden oluşan bir Kıbrıs projesinin sürdürülebilir barış ve insani güvenlik getireceği kanaatindeyim. Böyle bir yapıda mahalle meclislerinden, kent meclislerine ve daha üst ölçekte bölge meclislerinde sadece kimlik bazlı değil, sosyal ve ekonomik olarak da azınlıkların ve çeşitliliklerin temsiliyetini koruyan, halkın katılımına açık, tabana yayılmış sistem kurulabilir. Bu yapı başta merkezi gücü dağıtarak, insanların, yapıların ve bölgelerin merkezi devlet ile olan münasebetlerinin yerine, insanlar arası, yapılar arası ve bölgeler arası ilişkileri yerleştirir ve böylece çok katmanlı sosyal ilişkiler ağını güçlendirerek barış kültürünü yeşertir ve yaygınlaştırır.

Böyle bir yapıda esas güç tabanda tanımlanır. Üst yapılar tabandaki ilişkilerin güçlenmesine ve bölgeler arası koordinasyona hizmet etmek için oluşturulur ve karar alma veya uygulama değil sadece sekreterya görevi yapar. Bölgelerin esasen karar alma ve uygulama yetkilerine saygılı böyle bir yapı, Birleşik Kıbrıs’ın federal değil daha az yetkili bir konfederal yapı olmasını gerektirir.”

Kıbrıs’ta yaşayan toplumların farklılıkları ve ayrılıkları üzerinden kurulacak yapıların kötü deneyimleri 1960 yılında kurulan cumhuriyet ile yaşandı. Ortaklığa başlar başlamaz, netleşmemiş yetki kullanımı sorunları yüzünden çatışmalı bir ayrılık yaşandı. Aradan geçen 55 yılı aşkın sürede karşılıklı olarak çok ağır bedeller ödendi. Üstelik bu bedel ödeme kurucu iki toplum ile de sınırlı kalmadı. Adanın diğer renklerini de kararttı.

Geçmişin kötü kurgulanmış yapılarından nasibini alan Maronit toplumunun sözcülerine kulak verelim. Eski milletvekili ve işadamı Haji Roussos sorunu şöyle özetliyor:

“Kıbrıs Anayasa’sı yapılırken, Maronitler tıpkı Ermeniler ve Latinler gibi dikkate alınmadı. Anayasa iki toplumlu bir anayasa olarak hazırlandı ve bize de dediler ki siz azınlıksınız ve iki ana topluluktan birini seçmek zorundasınız. Konuştuğumuz dil, iş ve yaşam koşulları gereği Rum toplumunu seçmek zorunda kaldık. Fakat bu defa da Rum toplumu bizi dinde farklılaşan Rum toplumunun azınlığı olarak görmeye başladı. Aksi iddiaları ise baskıyla susturmaya çalıştılar. Bu durum Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girmesine kadar devam etti. Ancak üye olunduktan sonra AB Azınlık Komisyonu Kıbrıs Cumhuriyeti’i uyardı ve “Maronit toplumu bir azınlıktır ve onlara azınlık haklarını tanımak zorundasınız” dedi. Dillerini ve kültürlerini koruyabilmeleri için bir fon ayırmanız lazım dedi. Kıbrıs Cumhuriyeti buna uydu ve etnik ve kültürel çalışmalarımız  başlamış oldu.”

Ancak Kıbrıslı Türkler, Maronitlerin köylerine dönüş haklarını tanımadığı sürece, bu asimilasyona ve kaybolma olasılığına hizmet etmiş oluyorlar. Bu nedenle bizim için Kıbrıs’ta çabuk bir anlaşma bir cankurtaran simidi gibi bir şeydir. Çünkü özellikle karma evlilikler yolu ile toplumu ayakta tutmak gittikçe zorlaşmaktadır.

Ayni sorun Ermeniler için de geçerlidir ancak onların bir anavatanları vardır ve gerektiğinde çıkıp oraya gidebiliyorlar. Fakat biz, Lübnana da gidemiyoruz çünkü oralarda yaşamımızı sürdürebilecek kadar Arapça bilmiyoruz. Böylelikle çeşitli tür baskıların arasında bir yerde sıkıştık kaldık.”

Aktivist Mimar Maro Emanuil ise sorunu şöyle özetliyor:  “Kıbrıs’taki Maronit toplumu asimilasyonun eşiğindedir. Dilimizi kaybettik.

Çocuklarımız ve gençlerimiz tamamen Helen merkezli bir eğitimden geçiriliyorlar. Toplum yok olma korkusu yaşıyor. Maronit toplumu tabii ki çok homojen bir topluluk değil. Çok sayıda Maronit var ki kimliğini korumak için olağanüstü çaba sarf eder, bazıları da var ki Maronit olduğunu söylemekten utanır kendini Rum olarak tanıtır. Bu iki ekstrim grubun arasında kalmış çeşitli tonlarda kimlikler vardır. Mesela bazı aileler vardır ki çocuklarının üzerine baskı kurarlar ki Maronit olmayanlarla evlenmesinler diye. Bütün bunlara rağmen, Annan Planı’na yüzde 95 oranında evet demiş barışa daha yakın bir toplumdan bahsediyoruz. Özellikle son zamanlarda sosyal medya üzerinden çok daha aktif hale geldik. Etrafta dağilmış Maronitler bir şekilde sanal ortamda buluşuyorlar ve tekrardan toplumsallaşıyorlar..”

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar