Kıvılcımlı’ya adanan hayatlar - II Tarı Vapuru - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Köşe Yazarları

Kıvılcımlı’ya adanan hayatlar – II Tarı Vapuru

Bekir AzgınBekir Azgın

Görele (Giresun) doğumlu olan Lâtife Fegan “Yazmasaydım Olmazdı” adlı kitabında ailece İstanbul’a taşınma maceralarını şöyle anlatıyor:

<<O zamanlar Trabzon’dan İstanbul’a sefer yapan ve yük ve yolcu taşıyan bir Tarı vapuru vardı. Nedense hiç unutmam, biz de bu Tarı adlı vapurla taşınmıştık İstanbul’a. Vapurda bizim gibi yükünü toplamış, yeni bir yaşam kurmak için İstanbul’a taşınan birçok çocuklu aile vardı. Geminin ambarı denilen alt katında, çamaşır ipleri gibi gerilmiş iplere asılan çarşaflarla ayrılan odalar oluşturmuştu her aile kendisine. Her çarşaftan perdenin arkasında başka bir aile vardı. Bu aileler de bizim gibi, yeni bir yaşama giden yolculardı. Genellikle kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu aileler. Erkekler bizim babamız gibi, iş bulmak için önden gitmişlerdi. O büyük kente, İstanbul’a yeni bir yaşam için yola çıkmış olma ortak kaderi, geminin o karanlık ambarlarında, o zor durumlarda bir dayanışma duygusu yaratmıştı. Kadınlar birbirlerine o zor koşullarda pişirdikleri yemeklerden ikram ederlerdi. Ama o dar alanda çocuklarla birlikte yaşama zorunluluğu, kadınlar arasında ufak tefek çatışmalara ve problemlere de yol açardı tabii. Ara sıra, çarşaftan duvarların arkasında aile kavgaları duyulurdu. Günleri sayardı kadınlar. Biz çocuklar çok kötü koşullarda yaşamamıza, bitlenmemize ve hastalanmış olmamıza rağmen oyun oynamanın bir yolunu bulurduk.>> (ss. 19-20)


Tarı vapuru özellikle dikkatimi çekti çünkü bu vapurla benim de aklımdan çıkmayan bir deneyimim olmuştu. Öğrencilik yıllarımda bir defa onunla Türkiye’ye yolculuk yapmıştım, en ucuz vasıta olması nedeniyle. Yolcu vapurundan çok yük vapuruna benziyordu. En azından benim aklımda öyle kaldı. Aşağısının yani Lâtife Fegan’ın sözünü ettiği ambarların durumunun nasıl olduğunu hatırlamıyorum çünkü bizler, bir grup öğrenci, gündüzü de geceyi de güvertede geçiriyorduk. Sağda solda bulunan bizim “graso” dediğimiz gres yağından elbiselerimizi korumak için bayağı çaba harcadığımızı anımsıyorum.

Tarı vapuru bizi epey gezdirmişti. Larnaka limanında demirlemiş olan vapura sandallarla taşındık. Vapur bizi önce İskenderiye’ye, sonra da Pire’ye, oradan da İzmir’e götürdü. Pire’de aklımda kalan bir şey yok ama İskenderiye’de limandan çıkıp gezindiğimizi ve bu arada Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın heykelini gördüğümüzü anımsıyorum.

Kıvılcımlı ile tanışmamız

Yakınlarının çoğunlukla “Doktor” diye hitap ettikleri Hikmet Kıvılcımlı’yı hayatımda bir defa gördüm ve bu görüşme bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Lâtife Fegan’ın kitabını okuduktan sonra hayal kırıklığım daha da büyüdü. (Nedenlerini yeri geldikçe anlatacağım.)

Yanlış anlaşılmayı önlemek için peşin söyleyeyim: Kıvılcımlıcılara karşı bir tavrım yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Tam aksine, CTP içinde bulunduğum yıllarda en güvendiğim insanlar genellikle Kıvılcımcılardı. Parti içinde en fedakâr, en çalışkan ve belki den en bilgili olanlar onlardı. Ancak parti içinde yürürlükteki ideoloji, Akel ve TKP ağırlıklı olduğu için Kıvılcımlıcılar seslerini pek çıkaramıyorlardı. Ben hiçbir hizbe bağlı olmadığım için partide pek sevilen bir tip değildim. Bazan “kariyerist” bazan da “Maoist” oluyordum. Roman okuyor ve klasik batı müziği dinliyor olmam da beni tipik bir “küçük burjuva” yapıyordu. Partinin en ileri gelenlerinden biri beni Dostoyevski okumak ve Çaykovski dinlemekle suçlamıştı. Bu haltı yediğim için de kendimi savunamamıştım.

Sadede dönecek olursak, 1960’lı yılların ortalarında Fuat Fegan’dan bir haber geldi: “Falanca gün filanca saatte Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Doktor bir konferans verecek. Uyarsa sen de gel.”

Konferans hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum. Yanılmıyorsam o günlerde moda olan “Tarih Tezi” ile ilgili bir konuşmaydı. Benim esas hatırladığım konu, konferanstan sonra yer alan olaydı.

Görünüş olarak Doktor hoşuma gitmişti. Kır saçlı yakışıklı bir erkekti. Yaşına rağmen bedenen formda görünüyordu. Zayıf ve uzun boyluydu. Hafifçe kamburu çıkmış gibi yürüyordu. Doktordan çok bir uzun mesafe koşucusu izlenimini veriyordu.

Konferanstan sonra Fuat’ın daveti üzerine Doktor’la özel olarak sohbet etmek amacıyla küçük bir odaya gittik. Belli ki oradaki hocalardan birinin ofisi idi. Bir çalışma masası birkaç raf kitap ve birkaç sandalye. Birkaç dakika içinde dışarıdan getirilen sandalyeler çoğaldı ve tıkış bir vaziyette üstadı dinlemeye koyulduk.

Belli ki orada toplananların hepsi de Doktor’un müritleriydi ve onu huşu içinde dinliyorlardı. Biraz günlük politikadan söz etti. Mevcut koşullarda işçi sınıfına nasıl katkıda bulunulması gerektiğini anlattı.

Ve birden, damdan düşer gibi, Nazım Hikmet’i çekiştirmeye başladı. Birkaç sene önce ölmüş birini çekiştirmenin gerekçesini anlayamadım. Nazım Hikmet’le birlikte aynı davadan yargılanmışlar, bu davada verilen karar sonucu 1938 yılından 1950 yılına kadar çeşitli hapishanelerde çile çekmişler, aftan yararlanıp çıkmışlar. Aradan bu kadar zaman geçmiş ve ona karşı olan öfkesi hala geçmemişti; her ne idiyseydi o öfke.

Lâtife Fegan’ın kitabında daha başka yoldaşlarını da çekiştirdiğini öğrendim ama şaşırmadım.

Bu durumun hiç hoşuma gitmediğini Fuat’a da açık yüreklilikle anlattım. Başını eğip cevap vermedi. Arkadaşlığımız eski minval üzere sürdü gitti ama bana Hikmet Kıvılcımlı bahsini bir daha açmadı.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar