Başka bir dünyadan anılar-29 Gün doğumundan gün batımına insan çalıştırmak - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Köşe Yazarları

Başka bir dünyadan anılar-29 Gün doğumundan gün batımına insan çalıştırmak

Babamla evden çıktık ve yaya ovaya gidiyorduk. Toprak yolun kenarındaki akarda ihtiyar Silluri çalışıyordu. Akar argasti (eğrelti otu) ile dolmuştu. Suyun rahat akması için Silluri elindeki çapa ile argastileri kesip akarın dışına çekiyordu. Babam selâm verip “Kolay gelsin” dedi. Silluri:

– Ah Yisufimu (Yusuf’um) ayaklar baş oldu. Irgatlara söz geçirmek imkânsız hale geldi. Bir kere daha işçileri gün doğumundan gün batımına çalıştırdığım günü göreyim de Tanrı canımı alsın. Nerede o eski günler!
– O zamanlar geride kalmadı mı?
Oradan uzaklaşınca babam kendi kendine mırıldanır gibi “Adama bak yahu, sabah namazından akşamlara kadar çalıştıracak adam arıyor” dedi. Benim aklım bu işlere ermediği için bir şey söylemedim.
Esas adı Dimitri olan ama herkesin Silluri olarak bildikleri kişi, Çiftlik ağalarını hesaba katmazsak, köyün en maldar adamıydı. Bizim evin karşısında yolun öteki tarafında büyükçe bir tarlası vardı. Tarlanın, bizim evden bakıldığı zaman, sağında bir limon, bir de turunç ağacı vardı. Tarlanın sol tarafında ohtonun (sınırın) üzerinde bir hurma ve iki tane de incir ağacı vardı. Yıllarca hurmanın meyve vermesini bekledim. Aklım kesince erkek hurmaların meyve vermediğini öğrendim. Bakımsız olduğu için her daim üzerinde sarkan kuru dalları vardı. Biz çocuklar taş atarak bu dalları düşürmeye çalışırdık. Düşürünce de enli ve kaba olan alt tarafını keser, onu oyar ve “kayık” yapardık. Silluri’nin temizlediği akarda su akınca kayıklarımızı yarıştırırdık.
Evimizin önündeki tarlaya bazan pamuk, bazan patates, bazan da bakla ekilirdi. İleride bizim “bahçeler” dediğimiz bölgede Silluri’nin demir dolabı vardı. Yaz akşamları dolabın “tik tak, tik tak” seslerini duyardık. (Buna karşılık odun dolabı “vıng vıııng” diye sesler çıkararak Yunus Emre’nin dediği gibi inilerdi.) Toprak havuz, su ile doldurulur ve ertesi gün sabahleyin sulama işleri başlardı. Daha sonra dolabı, su motoru ile ikame etti. Bahçelerde su motorları çoğaldığı zaman bile Silluri’nin motorunu sesinden tanırdık. En sık “pat pat” yapan motor, onunkiydi. (Buna karşılık Matsa’nın Ruston motoru en bas sesi çıkaran ve “bum buum” diye çalışan motordu.)
Önümüzdeki boş tarlanın ötesinde nar ağaçlarından oluşan bir çit vardı. Çitin ötesinde limon bahçesi ve Silluri’nin oğlu Kiriyago’nun evi ve peynirhanesi vardı. (Kiriyago, bir süreden beri milletvekili olan Dimitri Silluri’nin babasıydı). Köyün çobanları sütlerini bu peynirhaneye getirip teslim ederlerdi. Kiriyago’nun evi her zaman leş gibi kokardı çünkü süt artıkları ile beslediği bir domuz sürüsü bulundururdu. Zaten “noro” dediğimiz süt artığının kötü bir kokusu vardı. Ona bir de domuzların oluşturduğu çirkef yatağı eklenince ortaya burun direklerini kıran mülevves bir koku saçılırdı. Ben, çocuk aklımla bile, mecbur olmadıkça oradan geçmezdim. Buna karşılık “komşu hatırı”, “köylü hatırı” diyerek kimse şikâyet etmezdi. Öyle sanırım ki köyümüzdeki Türklerin hatta bazı Rumların domuz etinden ikrah etmelerinin bir nedeni de bu kokuydu. 
Köydeki geleneğe göre; alıç, incir, dut gokkosu gib meyveler “miri malı” sayılırdı. Herkes toplayıp yiyebilirdi. Bizler de ilkokula gidip palazlanınca köydeki geleneğe uyarak ikindileri birkaç arkadaşla birlikte meyve yemek amacıyla volta atmaya başladık. Bu arada bol bol sohbet ederdik. Hasbelkader sinemaya gidip bir film görmüşsek onu baştan sona arkadaşlarımıza anlatırdık.
Bir ikindi, bir arkadaşla bahçelere doğru yola çıktık. Amacımız birkaç incir yemekti. Ağaçları yoklamaya başladık. Belli ki o gün oralardan çoğu geçmişti. Ağaçlarda pişmiş incir yoktu. En sonunda Silluri’nin dolabının yanında bulunan büyük bir incir ağacına ulaştık. Beyaz bir incirdi ve üzeri yüklüydü.
Hemen üzerine tırmandık ve incirleri soyup yemeye koyulduk. Hem yiyor hem de birbirimize “Nasıl olur da bu ağacı atladılar?” diye soruyor ve bu soruya yanıt bulmaya çalışıyorduk. Birden çığlıklar duyulmaya başladı. Biz oralı olmadık. Nasıl ol(ma)sa incir yiyorduk. Yasak bir şey yapmıyorduk ki. Arkasından İncir ağacına taşlar yağmaya başladı. İhtiyar Silluri hem “Hırsızlar, incirlerimi çalıyorsunuz” diye bağırıyor, hem de durmadan ağaca taş atıyordu. Süzülerek ağaçtan indik ve koşarak oradan uzaklaştık. O sayede bu ağaçta niye bu kadar bol pişmiş incir bulunduğunu da anlamış olduk. 
Köye su motorları, traktör ve kombay (biçerdöğer) gelmeden önce köyümüzün yarısından çoğu kadınlı, erkekli, Silluri gibi maldar birkaç köylünün ve özellikle de Çiftlik ağalarının yanında ırgat olarak çalışıyorlardı. Ve bu insanlar gerçekten de sabahtan akşama kadar çalışmak zorundaydılar. Sonra PEO geldi, ırgatları örgütledi ve ağalara karşı greve indiler. Grev sonucunda günde 8 saat çalışma ilkesi kabul edildi. Köydeki Türkler ve Rumlar, bu nedenle AKEL’e sempati duydular ve o partiyi desteklediler. Bodamyalıların birçoğunun “komünist” olmasının nedeni galiba bu grevdi.
İhtiyar Silluri’nin özlemini çektiği günler, işte o tarihi grevden önceki günlerdi.


Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar