Merak bu ya: BM’ler Genel Sekreteri “dünyadaki” toz dumanın arasında nasıl oldu da Kıbrıs siyasi sorununa yer ayırabildi!
Ya vardır bir bildiği yada kalmadı yapacak işi! Veya bayan Lute ne yaptı eyledi belki de “bu kez işler tamam, üçlü görüşmeyi gerçekleştirebiliriz” diyerek Sn. Genel sekreteri yine mandepsiye bastırdı.
TABİ Rum tarafı için sorun yok! Çünkü Anastasiadis tek yetkili “müzakereci” olsa da o yetkisini “Cumhurbaşkanlığı makamından” değil; Rum Ulusal Konseyinden alır. Dolayısıyla masada savunduğuyla önerdikleri tüm Rum halkının “çıkarlarını ve iradesini” yansıtır..
FAKAT durum vaziyetler KKTC’de öyle değildir! Her ne kadar Sn. Cumhurbaşkanı müzakerelerdeki gelişmeler konusunda zaman zaman Meclis’e bilgi verip halkını aydınlatsa da “müzakere masasında tek yetkili ve sorumlu ‘müzakereci’ konumundadır..
YANİ durum şudur: Sn. Akıncı gerçekte kendisine verilen yetkiyle (ki bu yetki Devletin başı olarak kendilerindedir) ve ayni zamanda teamül gereği Cumhurbaşkanları arasında sürdürülen Müzakerelerin tek yetkili “Müzakerecisidir…”
“Masada neleri tartışması gerektiği, hangi önerilerde bulunacağı, neleri savunacağı kendi iradesindedir. (Yada doğru veya yanlış Müzakere sürecinde bunlar Cumhurbaşkanlarının iradelerine bırakılmıştır.)
DOĞRUSU Rahmetlik Denktaş’tan beridir de sırasıyla Talat, Eroğlu hep ayni prosedürün “müzakerecileri” oldulardı.
Bunun sonucunda ne olacağının “sınavını” ise Sn Talat verdiydi. Uzun tartışmalar sonunda Akel’li Hristofyas’la BM’ler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adı ile anılan “çözüm Planını” referanduma kadar götürmeyi başardıydı. (Ki biz hâlâ “Allah Kıbrıs Türk halkına acıdı da Rum tarafı Annan planına hayır dediydi” diyerek teselli buluyoruz!
SADEDE geleyim. “Siyasi sorun tartışmaları” nedeniyle iç barış (zaten yoktu) iyice bozuldu!
“Çözüme yönelik UBP Koalisyon Hükümeti ile Sn Akıncı arasındaki görüş ayrılıkları sürerken bu kez de araya 2020’deki Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası girdi! Dolayısıyla “müzakereler” otomatik olarak “seçim kampanyasının” önemli bir “unsuru” haline geldi. Şöyle ki belki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar çözüm olmaz ama eğer Guterres’le gerçekleştirilecek “Üçlü Müzakerelerden” uzlaşı çıkarsa “Beşli Müzakerelere” gidilmesi kararına varılacak ki işte sürecin şah damarında atan asıl olay da budur! Yani böyle bir olasılık Sn. Akıncı’yı sandıktan yeniden Cumhurbaşkanı olarak çıkartır!
ANCAK tabi ki Ankara’nın söyleyecekleri vardır. Hem “Üçlü müzakereler” konusunda hem de “olası beşlisi” konusunda.. Ve biliniyor Sn. Akıncı ile araları mayfoşidir!
HER şeye karşın yapılması gereken şudur ama: Sn. Akıncı Üçlü Toplantından önce Özersay’ın da vurguladığınca “yeni bir çözüm yaklaşımıyla” Meclis’i toplantıya çağırabilir… Guterres’in 6 maddelik Çözüm önerisini tartışabilir… Yani “bir müzakere stratejisi” saptanır ki işte o zaman KKTC’nin “ulusal nitelikli” kendi planı” olur!
Yoksa “kavga gürültü, çekişme didişmeyle hiçbir yere varamayız, kazanan yine Rum tarafı olur!”
*****
CANIMIZA OKUYAN AMBARGOLAR!
5 Temmuz 1995’de Avrupa Birliği ABAD kararlarını çıkardıydı. Yani 24 yıldır “Avrupa Birliği Adalet Divanının” aldığı kararıyla ekonomik ambargo altındayız..
Deniz ve Hava limanlarımız Türkiye dışındaki ülkelerin “limanlarına” uğrayamaz, Türkiye dışındaki ülkelerin gemi ve uçakları da KKTC limanlarına girmez çıkmaz..
Buna karşılık Türkiye de “Ankara Anlaşmasına karşın tüm deniz ve hava limanlarını Rum tarafına kapatmıştır…
Dünyanın en büyük deniz filolarından birine sahip olan Rum tarafının özellikle Türkiye’den borularla İskenderun körfezine oradan da tankerlere boşatılan petrolden dolayı büyük zararı vardır çünkü tankerleri TC limanlarına uğrayamamaktadır..
Ne var ki bu “kısasa kısas” dalaşı “ABAD kararlarıyla en çok bize zarar verdi. Şöyle ki tek bir kuşumuz bile KKTC’den Türkiye’ye uğrayıp oradan “okey” almazsa bir milim öteye uçamaz!
Kısaca “ambargolar” altında “ancak bugün olduğumuz kadar olabiliyoruz!”
(Oysa sadece hatırımız için” ve “siyasi çözüme inançta” eğer Türkiye AB ile üyelik müzakerlerini olağan süreçlerde sürdürebilse en azından şu komşumuz Rum kadar “politika” yapabilse yada “AB ile özel ortaklığı” kabul edebilseydi büyük olasılıkla hem çözüme giden yollar açılır hem de ambargosuz ekonomimizle (belki) daha kalkınmış olurduk.
NE var ki ağalık paşalık genlerimizde var. Akşam Kanuni Sultan Süleyman ile yatar, Sabah Fatih Sultan Mehmet ile kalkarız!
- Dünya Savaşında bizi Arabistan çöllerinde arkamızdan hançerleyen Arapları “Müslüman kardeşlerimiz” diyerek korumaya soyunur İsrail’le kavga ederiz!
Sonra da dünyanın en yalnız ülkesi esamesine düşer Kıbrıs’ta bile haklı olan davamızı destekleyecek Türkiye dostu tek bir ülke bulamayız..
Eee! Yani bu Türkiye’den başka “kollayanı ve destekçisi olmayan bu KKTC’nin ne olmasını beklersiniz?
NİTEKİM hiçbir şey olamadık! Şöyle ki yaptıklarımızı bir iki yıl sonra ya yıkmaktayız yada restore etmek ihtiyacı duymaktayız!
Nitekim “İnşaat Sektörünün yarattığı çarpık yapılaşmayı önlemek için sonunda “Emirnameler” çıkarmak zorunda kaldık!
Dış ülkelerden öğrenci, turist, işçi, sermayedar, yatırımcı diye aramıza katılan “insanları” kayda kuyda alamadığımızdan sonunda “İkamet ve Vizeler” tüzüğü” çıkardık.
İYİ ama geçmişte de “Tek Sosyal Güvenlik Sistemini” hayata geçiren yine bizdik..
Sözde “çalışanı, kamu görevlisi-işçiyi” ayni pota içinde derecelendirecektik.”
Başardığımız söylenemez! Öncesi neyse sonrası da öyle geldiği gibi gitmekte!
Anlıyoruz ki “yaptığımız yasaları” çalıştıracak kabiliyet ve “Devlet deneyimine” sahip değiliz. Hem de 45 yıl sonra hâlâ!