PAZAR SOHBETİMİZDİR: HİNDİNİN (ALİNANIN) HİKAYESİ… VE O ALİNALI YENİ YIL SOFRALARI… - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Köşe Yazarları

PAZAR SOHBETİMİZDİR: HİNDİNİN (ALİNANIN) HİKAYESİ… VE O ALİNALI YENİ YIL SOFRALARI…

“Neydi o eski bayramlar!” Yahut “yeni yıllar” falan diyerek eskinin özlemlerinde “ah vah” ederiz ya!
Hep söylerim: Yokluktu! Ezgi cefaydı! İşsizlik dolayısıyla parasızlıktı! Meşakkatti! Hastalanılırsa ölümdü!
Fakat insanlar tümden hep bu meşakkatli hayatları yaşadıkları için “mesuttular!” Yokluğu fukaralığı paylaştıkları için “huzurluydular.” “İmtiyazsız sınıfsız oluşlarında” vicdanlıydılar…
Ne haset edecek ötesi hayatlar vardı hayatlarında ne kıskançlık duyacakları insanlar vardı! Kimseler kimselerin hayatlarına öykünmezlerdi çünkü ayni hayatları yaşarlardı!
Yıl 1945 olmalıdır ve de sonrası… Aralayabildiğim sis perdesinden geriye dönüp baktıkta ancak o kadarına elleyebiliyorum…
Mağusa’da Akkule Mahallesi’nde, iki buçuk kemerli Eski Osmanlı Hanından bozma uzun sundurmalı evimizde, nice bayramlar nice yeni yıllar geçirmişiz… Bazen mutlu ve şen, bazen hüzün dolu… Hatta bazen gelip geçerlerken, bayramları da unutmuşuz yeni yılların gelişlerini de… Bazen şarkılar türkülerle, bazen silah top sesleriyle…
SİSLERİN ARASINDAKİ PERDEMİ ARALIYORUM: Ve bakıyorum. Mesela 1947’ler yahut 1957’ler miydi? Yine böyle bir Aralık ayı ve yine bir yeni yıla mı hazırlanıyorduk?
O kadar sıradan değildi o hazırlıklar… Aylar önceden ve “Hindi” beslemekle başlardı… Ki Mağusa’nın kültürüne karışmıştı “yılbaşında Hindi pişirmek.” Hindi denmezdi ama. “Alina” denirdi. Yumurtadan çıkan yavrularına da “bibi.”
Hemen hemen çoğu ev yeni yıla iki üç ay kala o bibilerden alırlar yahut alina yumurtalarını tavuğun altına koyarlar ve kuluçkadan civcivlerle birlikte “bibi” de çıkartırlardı…
Ve sonrasında bir rekabet başlardı: “Kim en büyük alinayı yetiştirecek rekabeti!” Rahmetlik babam bu iddialı yarıştan hep yüzünün akı ile çıkardı. Çünkü avuca sığacak kadar küçücük “bibiyi” önce kaynanmış yumurta akı ile beslemeye başlardı. Bibi kısa sürede palazlandı mıydı “dirifil,” yanı sıra işkembe parçacıkları da atardı önüne… Ve iki üç ay içinde bizim “alina” Mağusalıların o yıllardaki “benzetmeleri” ile “subba kadar” olurdu… Ve vakti sırası geldiğinde kesimi yapılır, tertiplenir fırına gönderilirdi… İşte o fasıldan bir kare:
BÜYÜK AVLUDA, ASMANIN ALTINDA KESİLEN ALİNA: 30 Aralık sabahında telaşla uyanırdık. O dönemlerde evlerimizde ne elektrik vardı ne buzdolabı… Ne gaz ocağı vardı ne hindiyi pişirmeye yetecek bir başka araç gereç…
Bu nedenle hindiyi öğleden sonra keser, tüm tertibi yapılır, tavana asılı tel dolabında fırına gitmesi için ertesi sabah beklenirdi.      Rahmetlik annem hindiyi kesmeden önce bir bardak kumandarga şarap içirirdi. Hayvancağız bir süre sonra sarhoş oluşunun sersemliğinde ayakta duramayacak hallere düştükte, annem yere yatırır iki kanadını arkaya doğru açıp birbirine yapıştırır, ayağı ile bastırırken kafasını keskin bıçağı ile bir sürtüşte keserdi…
Yıllar yıllar sonra anneme, “neden alinayı kesmeden önce şarap içirirdin” diye sormuştum. “Bilmem demişti. Öyle gördüydüm, ben de aynisini yaparım…”          
Oysa müthiş ve akıllıca bir yöntemdi. Şarabı içen hayvan sersemlediği için hem kesim sırasında kasılmaz dolayısıyla eti gevrek kalırdı, hem de kana karışan şarap nedeniyle tadı daha güzel olurdu…
Ve operasyon başlardı: Hayvan ütülenir, karnı yarılır içine ciğerleri ile taşlığından ve çam fıstığından yapılan iç pilav doldurulur, dikilirdi.
31 Aralık sabahı da Mağusa Ayakserino Kilisesi’ni inerken Gazi Okulu’nun arka avlusunun önündeki yolun hemen solundaki “Ermeni karısının fırınına” giderdi. (O fırın hala yerli yerindedir fakat çalışmıyor. Üstelik virane de oldu!) O gün patatesle birlikte siniler içine konan hindiler yan gözlerle izlenir, “kimin hindisi daha büyüktür” sorusuna cevap aranırdı. Son sözü de her zaman adını hâlâ bilmediğimiz için “Ermeni karısı” yahut Kirkor’un karısı dediğimiz fırının sahibi söylerdi. Genelde bizim hindi her zaman sınavı pek iyi derecelerle geçerdi…
VE YENİ YIL AKŞAMLARI: Az biraz yetilip ilkokula başladığımda Alinayı fırından almak benim görevim olduydu. Babamın “velesbidi” ile (bisiklet) fırına gider, arka oturağın üzerine koyarak binmeden ve de bir elimle dümeni bir elimle siniyi tutarak eve getirirdim… Önceleri her sini başına 3 kuruş verirdik. Sonraları yarım şilin olduydu…
Ve güneş batarken eğer hava çok soğuk değilse sundurmaya, soğuksa büyük odalardan birine uç uca kurulan iki büyük masanın üzeri donatılmaya başlanırdı. Ortada alinalı sini, yanlarında yalancı dolma, humus, golifa, salata, hellim dilimleri, turşular vesaire olurdu. Ve kesinlikle bir iki şişe şarapla Rum’un anglia konyağı. Sonraları koka kola da geldiydi ki yavaştan yavaştan masalarda yerini almaya başladıydı…
Kaç kişi miydik? Yılına göre değişirdi ama hiç on beş kişiden aşağı düşmezdi! Maaile toplanırdık. Yediden yetmişe!
Ve şarkılar türküler söylenirdi. Sonraları kız kardeşim akardion çalardı. O yıllarda Suzan Yakar, Hacer Buluş gibi türkücülerin türkülerini yahut çok moda olan Celal İnce’nin tangolarını söylerdik. Safiye Aylalar, Münir Nurettin’lerin şarkıları masamızın misafirleri olurlardı… Ve o yıl başı gecesinin şerefine yakılan “luks fenerinin” beyaz ışıkları altında güle oynaya, çala söyleye, yiyip içerek kutlardık yeni gelecek yılı…
HA BİZİM ALİNA MI? İnanın onca kişi birer parçalarını tabaklarına aldıkları halde ertesi güne de kalırdı! Galiba çok da sevilmezdi. Bütün olay “yeni yılda alina yemek geleneğiydi.” Sofra adabımızda bir kültür haline geldiydi. Yenir yenmez, sevilir sevilmez, yıl başı sofraları alinasız olmazdı… Tıpkı “golifasız” olmadığı gibi…
Yılbaşında alina yemek Rum’dan İngiliz’den aktarma da olsa sonuçta liman kenti Mağusalının hayatına karışmış olaydı…
ŞİMDİLERDE yeni bir yıla giriyoruz ya… Bu satırları yazarken özledim o günleri… O sofralardaki “büyüklerimin” çoğu göçüp gitmiş… Tutun ki neredeyse aradan yetmiş yıl geçmiş. O tangolar o şarkılar hala dudaklarımın ucunda. Hala Celal İnce’nin “ayrılık” tangosunu mırıldanırım bazı bazı… Hala Münir Nurettin’den, Hamiyet Yüceses’ten falan şarkılar söylerim…
Tabii ki bu günler daha aydınlık, olanakları daha çok, daha çağdaş falan ama “muhabbet kalmadı!” O güzelim muhabbetler… Alinalı sofralar…   
Hadi bu vesileyle “yeni yılınızı kutlamış olayım. Sağlık ve afiyetlerle nice yıllara…”

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar