Pazar sohbetimdir: (Altmış altı yıl öncesinin sisli hatıralarında kalmış Suriçi Mağusa’sı) - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Pazartesi, Nisan 29, 2024
Köşe Yazarları

Pazar sohbetimdir: (Altmış altı yıl öncesinin sisli hatıralarında kalmış Suriçi Mağusa’sı)

Bugün altmış altı yıl öncesi Mağusa Suriçi’ne gideceğim. Ve çoktan tozlanıp hatıralardan çıkmış o eski hayatlara bakacağım.  
İşte başını devasa Akkule burcuna dayamış Venedikliden kalma Mağusa Kapısı… Oradan yürüyorum… Biri sağa diğeri sola kıvrılan iki taşlı yol hisarlar boyunca uzanıyorlar… Hangisine sapsam biliyorum ki dönüp dolanıp geleceğim yer yürümeye başladığım Mağusa Kapısı’dır…


Fakat ben o yıllarda adına Ayasofya dediğimiz şimdilerin Lala Mustafa Paşa Camii’ne kadar uzanan tam önümdeki yola yöneliyorum… Yol Mağusa’yı ortasından ikiye bölerken şimdilerde adına Namık Kemal Meydanı denen o dönemlerin Çarşı Meydanı’nda bir delta oluşturup Aslanlı kapıya iniyor… O deltadan sağlı sollu yollar ahtapot kolları gibi sağa sola açılırlarken, mahallerle eski kilise kalıntıları arasından kıvrıla kıvrıla hisarların kıyılarına varıyorlar…
İşte tam önümde Aslanlı burca kadar uzanan yol… Yürüdüm mü biliyorum ki İngiliz’in açtığı üç hisar kapısından birinden geçerek yük treninin raylarının üzerinde zıplayıp sekip limana varacağım… Ki o deniz hisarı dediğimizin bir ucu Cambulat Kapısı’nda bir diğer ucu şimdi Türk Gücü’nün futbol sahası olarak top koşturduğu Cirit meydanında…
Ve işte Mağusa: Namık Kemal’in anlatımıyla her taraf “taş, taş, taş!” Hisarlar taş, yollar taş, evler taş, boş araziler taş, taşlarla dolu Mağusa!
Şimdilerin İstiklal Caddesi dediğimiz o yolun bir adı var var mıydı? Hatırlamıyorum. İngiliz Sömürge dönemiydi işte… Mahallelerin hep vardı ama. Hatta kapı numaralarına kadar. İşte yol sağlı sollu bir bakkal, bir meyhane, bir kahvehane bir berber bir kasap düzenindeki dükkânları ile Çarşı Meydanı’na kadar uzanır oradan Aslanlı Kapı’ya dayanırdı…
TUTUN Kİ YIL 1948’LERDİ. Ve düşünün: Mağusa Suriçi’ne henüz elektrik akımı gelmediydi, elektrik yoktu! Dolayısıyla radyo yoktu, televizyon yoktu, telefon yoktu, elektrikli ısınma araçları yoktu, ışık yoktu ışık! Güneşin batışı ile birlikte kaybolurken gün ışığı ta uzaklardaki ufukta, arkasında bıraktığı kızıllığın son şavkında, “fitilli fanuslu, şişeleri lamba suyu dolu (petrol) lambaları yakılırdı… Ve karanlıklara yenik düşen bu petrol lambalarının titrek ışıkları altında bir akşam hayatı başlardı… Kışsa eğer etrafında toplanılan mangallarla ısınarak, yazsa eğer kapı önlerine atılan sandalyelerde yarenlik yapılırken ay ışığında oyalanarak… Akşamlar hep aynı minval başlar öyle kapanırlardı uykularla…


Ve düşünün: Gaz ocağı yok, çamaşır makinesi yok, buzdolabı yok, çoğu zaman ve çoğu evlerde koltuk yok kanepe yok… Kerevetler, hasır iskemleler var… Yerlerde kilimler yerine serili hasırlar…
Zaten ilk akşamdan yatılır sabah erkenden kalkılırdı. İnsanlar gün ışığı ile yaşarlardı…
Ve tuhaftır insanlar bu hayata karşın çıldırmazlardı! Kaldı ki elektrikle aydınlanma gibi bir büyük olayı yaşamaya hazır da değillerdi! Telefonlarla çok uzaklara konuşulduğunu bilirlerdi ama “telsizdir” derlerdi. Buzdolabı yerine topraktan su testileri vardı! Koyarlardı akşamları ayaza, su buz gibi olurdu sabaha…
Kısaca o yıllar bu yıllara hiç benzemezdi… Bir zaman tüneline girip o yıllara gittiğinizi düşünün. İşte o zaman bugünün koşullarına alışmışlıkta çıldırırdınız! Oysa biz Mağusa Suriçi insanları, bırakın çıldırmayı, mesuttuk bile!
ÇÜNKÜ: Evimizde ışığımız yoktu ama okullarımız vardı. Hem de üç okul…
Ağabeylerimiz vardı. Tiyatrolar yapardı. Karanlıklara meydan okuyan lüks lambaları altında sahnelerdi tiyatroları.
Meyhanelerimiz vardı… Kahvehanelerimiz… Hatta trenimiz vardı bizi Lefkoşa’ya kadar taşıyan… Bayramlarda Karagözle Hacivatımızı oynayan insanlarımız vardı…   Ve ha sahi! Medeniyet nedir bilirdik! Her gün dünyanın her yerinden gelip Mağusa Limanı’na demirleyen irili ufaklı vapurlardan, o vapurlarda çalışan türlü çeşitli milletlerin insanlarından bilirdik… Bilirdik ki dışımızda bizde öte bir medeniyet vardır…
Zaten İngiliz vardı aramızda! Ve daha beş yaşında greyfurdu tam ortasından ikiye bölüp her iki tarafının dilimlerini keskin bıçak ucuyla zarlarından ayırıp, üzerine de şekeri ekleyip kaşıkla yemesini bilirdik… Sosyete işiydi ama biz de bilirdik!
VE KİTABI BİLİRDİK. Televizyon radyo yoktu ama kitap vardı… Kitap okurduk… Bıkmadan usanmadan. Parçalayana kadar… Elimize ne geçerse okurduk… Hz. Ali’nin Kılıcı’ndan Tahir İle Zühre’ye kadar… Arzu ile Kamber’den Köroğlu’na kadar… Biz çocuklar birbirimize kitaplar verirdik. O kitaplar ellerden ellere dolaşır, sayfalar yıpranır yırtılır ama ille de okunurlardı… Hem de sisli petrol lambaları altında…
SONRASI MAĞUSA: Treni vardı Mağusa’nın dedikti. 21 Ekim 1905 ile 31 Aralık 1951 yıllarına kadar hizmette kaldılardı. Mağusa’dan çıkarlar, Lefkoşa’ya, oradan da Güzelyurt ve Gemikonağı’na ulaşırlardı. (Yazarım o treni bir gün.)


Mağusa’da Rüzgâr değirmenleri vardı… İlk yel değirmeni 1900’lü yıllarda Malta adasından gelip Mağusa’da yaşayan Hugo Fenek adlı bir Maltız tarafından ithal edilerek Mağusa’da kurulduydu. (Surlar dışındaki bahçelere.)
Mağusa’nın develeri vardı. Bir girdiler mi surlar içine bir ucu çarşı meydanında bir ucu Mağusa kapısında olurdu kervanın…
Ve Mağusa’da tarih vardı eski eserleri ile yaşarken hâlâ yaşayan… Nitekim bir süre önce konuştuğum bir yaşlı İngiliz entelektüeli şöyle diyordu bana: “Mağusanızın kıymetini bilin. Dünyada eşi yoktur. Böyle bir tarihi böyle bir kaleyi çok az görürsünüz…” Hey gidi koca Mağusa… Kala kala meyhaneleri kerhaneleri kaldı hatıralarda… Bir de tarihi ile eskimişliği!..

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar