NEDEN “YÖNETİM VE GÜÇ PAYLAŞIMI” KONUSUNA “MÜLKİYET KONUSU” DA SOKULMAK İSTENİYOR? - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Köşe Yazarları

NEDEN “YÖNETİM VE GÜÇ PAYLAŞIMI” KONUSUNA “MÜLKİYET KONUSU” DA SOKULMAK İSTENİYOR?

Yavaştan yavaştan müzakerelerin sathı mailine girilmeye başlandı… Nitekim bu konuda açıklama yapan “görüşmeci” Kudret Özersay’dan öğreniyoruz ki “yöntem ve prosedür” üzerinde uzlaşıya varılmış, sonrasında da “Yönetim ve Güç Paylaşımı” konusuna girilmiştir.
Tabii anladığımız kadarı ile “taraflar” henüz müzakerelerin başında iken birbirlerine el ense çekerek sahneyi viran etmekten kaçınıyorlar… Kaldı ki böylesi dangur dungur girişler hangi taraftan gelirse gelsin anında, “çözümü istemeyen” suçlamasını alnı şakkına yiyecektir! Nitekim yine Özersay’a göre bu tip açmazlara düşmemek için “hangi konularda zorlanacaklarını hangi konularda daha rahat hareket edecekleriyle anlaşabileceklerini de Mavroyannis ile saptamışlar ki açığa düşmesinler!”
GELELİM “YÖNETİM VE GÜÇ PAYLAŞIMINA”: İşte başımıza açılacak olan federasyon şemsiyesinin adı budur… Şimdi geçtiğimiz 24 Şubat günü görüşmelerinden hemen sonra Özersay’ın “Yönetim ve Güç Paylaşımı” başlıklı konu hakkında yaptığı açıklamaya kulak verelim:      Özersay geçtiğimiz cuma günü Mavroyannis’le bazı sorunlar yaşadıklarını söylüyordu. Ancak Rum tarafı ile özellikle “Yönetim ve Güç Paylaşımı” başlığı altında federal yürütmenin seçimi ile federal yasa içerisinde kararların nasıl alınacağı konusunda mutabakata vardıklarını, federal yargı ile ilgili olarak da zaten önemli ölçüde bir yakınlaşma söz konusu olduğunu vurguluyordu.
Bu arada öğreniyorduk ki “Federal devletin listelenecek olan yetkileri” konusunda bazı farklı yaklaşımlar vardır…
Özersay önümüzdeki görüşmelerde bu konuların yeniden ele alınacağını söylüyor…
BU BAŞLANGIÇTAN ANLADIĞIMIZ ŞU OLUYOR: Taraflar bir yandan çözümün esasını oluşturan ve Türkü’nü Rum’unu çatısı altında “tek egemenlik” ilkesinde birleştiren federasyonu “Yönetim” başlığı altında konuşmaya başlarlarken, bir yandan da Güney ve Kuzey, Türk Rum halklarının “kendi içlerindeki egemenlikleri üzerinde duruyorlar…” Tabii adı üstünde sistemde “güçler dengesi” çok önemli oluyor…
ÖTE YANDAN MÜLKİYET KONUSU DA AYNI BAŞLIK ALTINA ALINIYOR! Bu konuda Özersay şöyle diyor: “Yönetim ve Güç Paylaşımına ilaveten Kıbrıs Rum tarafı mülkiyetin de bu konuya bağlantılı bir şekilde ele alınmasını önerdi. Biz de kabul ettik…”
Ancak Özersay Türk tarafının tutumunu hatırlatıyor ve “Toprak Konusunun” müzakerelerin sonunda yer alacağını tekrarladıktan sonra “dolayısıyla bunun içinde harita ile rakam veya yönleri olmayacaktır” diyor…
Pekala Rum tarafı Toprak Başlığı altındaki sorunun müzakerelerin sonunda ele alınacağını bildiği ve kabul ettiği halde neden yine de “mülkiyeti” Yönetim ve Güç Paylaşımı içine koymak istedi? Özersay’a göre de “Kıbrıs Rum tarafı eğer isterse mülkiyete yönelik düşüncelerini toprakla bağlantılı bir biçimde ortaya koyabilir…”
NİÇİN AMA? Bakın bu konu ileride baş ağrıtacaktır. Dolayısıyla merakımı anlatmak için önce şu klasik hatırlatmayı yapayım. Eskiler “herkes maliyesi kadar konuşsun” derlerdi. “Maliye” verilen vergiydi. Dolayısıyla meali de “kim maldarsa, söz ve yetki onundur” ifadesini çakardı…
Rum tarafının fena halde canını sıkan konu “federe kanatlara” dolayısıyla Kuzey’deki Türk Federe Devleti’ne tanınacak egemenlik hakkıdır. Bu hakları tanımadan önce “Türk’ün adadaki mal varlığı yüzdeliğini ortalara serecek ki şu kadar toprağa şu kadar egemenlik hakkınız olabilir” deyiversin! Yani bileceğimiz Rum tarafı siyasi eşitlik değil, “hem nüfusa hem de mülke dayalı çoğunluk azınlık statüsüne” bağlayacağı bir federasyonun peşindendir. Bunu bir kenara yazın, çünkü yakında göreceksiniz…                  
**********      
EĞİTİMDEKİ ZAFİYETLERİN SONUÇLARI: (VİCDANİ RET OLAYINA NE KADAR YAKINIZ?
)
1974’te vakta ki Mağusa hisarlarından inip işimize gücümüze döndüktü, Bozkurt Gazetesi’ndeki köşemden “işte bizi bekleyen en önemli üç sorun” diyerek yeni bir sayfa açtıydım: Su, elektrik ve eğitim…
İlk ikisi Barış Harekâtı süresince sorunları ile yokluklarını çok daha iyi görüp bizzat yaşadıklarımızdı. Sahibi olmadığımız için Barış Harekâtı’nda canımızı ciğerimizi yakan, bizi kendi adamızda esir durumuna sokan su ve elektrik en büyük sorunumuzdu…
Ne var ki “Kuzey-Güney” gerçeğine dönüldükte bir süre daha onca savaşa, akan kanlara karşın, Rum tarafı ile su ve elektrik paylaşımını sürdürüverdik, sonunda da sahipleri olduktu…
“EĞİTİM” FARKLIYDI AMA: İlk kez seferberliğini Türk halkı bünyesinde “ulusal şeref madalyası” gibi göğsümüze taktığımızda yıl 1954’lerdi… İlk kez Türkiye ile İngiliz’in anlaşması sonucunda Kıbrıs’taki Türk halkı Türkiye’nin “eğitim yardım ve yatırımlarını” kabul ediyor mesela Baf Kurtuluş Lisesi ile Mağusa Namık Lisesi Okul Federasyonlarının kararları ile TC’li oluyordu… Tutun ki 1960’ta adaya Türk askeri gelmeden önce, “Kültür Anlaşması ile Eğitim Müesseseleri” geldiydi… Şüphesiz büyük olaydı ki şimdilerde hatırladıkça o günlerdeki heyecanı yeniden duyuyorum…
NE VAR Kİ BU KADAR KÖKLÜ BİR EĞİTİM OLAYINI YOZLAŞTIRDIK. Sömürge döneminde başlayan, 1974’ten sonra Rum’dan kalan okullar nedeniyle okullaşma yönünden alabildiğine zenginleşen, her on altı öğrenciye bir öğretmenin düştüğü KKTC’de, Eğitimi de içinden çıkılmaz hale soktuk… Hem de onca üniversiteye yahut dünyada en etkin eğitim sendikalarına sahip olmamıza karşın…     
Asıl önemlisi dinden imandan önce “çocukların okumasının din iman haline geldiği böylesi ana baba ilgilerinde…” Buna karşın bakın neler oluyor?
VİCDANİ RET OLAYI: Belki bilinçsiz yahut “inada murat” bir davranıştır. Belki de gerçekten “inancın” bir sonucudur yahut ideolojiktir! Gençten bir yurttaş 2009 yılından beridir “seferberliğe gitmeyi” reddetmektedir. Sonunda askeri mahkeme tarafından sembolik bir para cezasına çarptırıldı, ödemezse on gün hapis yatacağı hükmüne bağlandı… Ve kıyamet koptu: Gençler gösteriler yaptılar… Verilen cezayı kınadılar… İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır dediler…
Söz konusu eyleme siyasi partiler de katıldılar, bazı STÖ’leri de… Gerçekte protesto ettikleri zaten son zamanlarda süresi git gide düşürülen “zorunlu askerlik yahut zorunlu seferberlikti…” Medyaya yansıdığınca bu eylemler toplum katlarında destek buldu… (Doğrusu şu ki vakti zamanında “seferberliğe” her çağrıldığımda benim de fena halde canım sıkılırdı fakat giderdim…”
Dolayısıyla burada gerekli olduğuna inandığım halde “seferberliği” savunacak değilim. Fakat söz konusu “devlet olgusu içinde hukukun üstünlüğü ilkesi” oldukta, bu vicdani reddin gerçekte “devleti reddetmek” olduğu sonucuna varıyorum… Çünkü “yasaları beğenmemek olayı ile yasaları başkaldırıya dönüşen eylemlerle protesto etmek farklı şeylerdir…”
Kaldı ki ortalarda ayan beyan salınan olayın asıl nedeni ise şudur: “Askerlik ve seferberlik gibi yükümlülüklerin, Türkiye ve Türk askeri otoritesine bağlı emirler ve baskılar zincirinin bir halkası olarak nitelendirilmesi!” Şimdi sözü “eğitime” getiriyor ve ilgiyi kuruyorum:
Kimseler gizlemesin! Yetişmekte olan gençlerimize hem aile hem okullar hem de STÖ’leri bünyelerinde sistematik olarak “Türkiye’ye karşı” şırınga edilen düşünceler vardır. Abartmak istemiyoruz. Fakat bir yanda “resmi devlet politikası” ile “Anayasal hükümetler” vardır, öte yanda devletin de Anayasa’nın da kanına canına giren apolitik “paralel yapılanma” vardır. (TC’deki gibi değil. Bizdeki açık ve nettir, sadece moda olan “paralel” kelimesini kullandım.)
KISACA: Yasama ile birlikte devletin çıkarına uygun politikalar Anayasal uygulamalarda KKTC’nin yüceltilmesi için kuramlaştırılmaya çalışılıyor ama bu çaba “okullar ve eğitim öğretim” üçgeni içinde yer alan müesseseler ve yetiştirme yöntemleri ile uyuşmuyorlar…
Mesela KKTC ne “vicdani ret” olayını kabul edecek kadar siyasi ve ekonomik koşullarının kazadan beladan azade devletidir ne kaynayan bölgemizle dünya gerçeklerinin bu kadar dışındadır!
“Barış” adına “güçsüzleşip bir lokmalık insanlar topluluğu” haline gelmeye çalışmak, devleti bu tip kampanya ve eylemlerle zafiyete uğratıp “ötesi güçlere ram edecek” davranışlar sergilemek bireyselmiş gibi görülebilirler… Söylemek istediğimiz de budur. Çünkü devlet içinde gitgide çalınan tambura başka, söylenen türkü çok daha başka olmaya başladı ki memleket, “ben ne söylerim tamburam ne çalar” ikilemlerinde sürekli “değer yargılarını” kaybederken, kan da kaybediyor… Desek ki tam da Güney’in istediği kıvama geliyoruz, yine faşistlikle mi suçlanacağız?

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar