Şehiriçi çatışmalarda siviller için en korkutucu şey, vızıltılar çıkararak kulağınızın dibinden geçip gitmiş gibi zannettiğiniz kurşunun aslında nereden kime savrulduğunu anlayamamaktır. Sokak aralarında yankılanan kurşun sesleri bir yanılsama mı yoksa düşman bir iki sokak daha ilerlemiş size doğru mu geliyor? Sesler her yerden geliyor, duvarlarda yankılanarak katlanarak büyüyor nerede nasıl bir önlem alabileceğiniz zor ve korkutucu bir hal alıyor.
15 Temmuz 1974’te gerçekleşen faşist darbeyi Lefkoşa Surlariçi’nde sınıra yakın bir evde karşıladık. Darbe, babamın ifadesi ile kötülerin tarafı olan EOKA tarafından Makarios’a karşı yapılmıştı ve Makarios’un öldürüldüğü duyurulmuştu. Annem ise Makarios’un cumhurbaşkanlığı yanında ayni zamanda dini lider de olmuş olmasının ve öldürülmesinin çok kötü sonuçları olacağından büyük endişe duyuyordu. Çok kan akacağını, her şeyin altüst olacağını söylüyordu. Darbenin başındaki adam olan Nikos Samson, sadece darbe karşıtı Rumlar için değil Türkler için de bir tehdit kaynağı idi. 1963’te göçe zorlanan binlerce Küçük Kaymaklılı Türk’ün terkettikleri sokaklarda, çetesi ile gösteri yapmış, bir elinde tabancası diğerinde oralarda bulduğu Türk bayrağı ile şov yapmıştı. Hafızalar henüz çok taze idi.
Mahalle arası çatışma sesleri birkaç gün sonra daha da arttı. Babam, Makariosçular ve AKEL’cilerin darbecilere karşı direndiklerini söylüyordu. Toplum lideri Denktaş, “Bu durum bizi hiç ilgilendirmez” diyordu ama görünüm hiç de öyle değildi.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a çıkarma yaptığı 20 Temmuz 1974’te henüz 17 yaşındaydım. Toplumda bir seferberlik durumu yaşanıyordu ama her şey bir kaos içindeydi. Askere çağrılmamış ama ne yapacağını bilmez durumda önceliğimin ne olması gerektiğini bulmaya çalışıyordum. Sürekli ölü haberleri geliyordu. Zaman zaman sokak aralarında karşılaştığımız üniformalı kişiler bizi alır götürür birkaç gün bir yerlerde görev verir sonra tekrar azat ederlerdi.
O gün tanıdık bir asker, babamla benim bir operasyonda görev almamız gerektiğini söyledi. Görev, bandabuliya yakınında Birleşmiş Milletler askerlerinin terkettikleri bir mevziyi, Rumlar ele geçirmeden ele geçirmekti. Hedeften biraz uzakta, olmaması gereken sayıda kadın erkek çocuk toplanmış, endişeli fakat heyecanlı hareketlerle olacakları merak ediyorlardı. Birkaç manav arabası üzerinde içleri kumla doldurulmuş torbalar bizim görevimizin ne olduğunun ipuçlarını veriyordu. Bandabuliya’dan biraz ileride günümüzde belediye otoparkı olan geniş boşluk, her iki tarafın görüş alanına giren tehlikeli bir alandı. Şimdiki örülü duvar da yoktu ve nerenin Rum, nerenin Türk mevzisi olduğu çok da belli değildi.
Babamla aldığımız kum torbası yüklü arabacığı, bugün bar olarak kullanılan köşeden duvar dibinden ilerleterek, el koyacağımız iki katlı küçük yapının önüne getirdik. Yukarıda iki çocuk ve bir yetişkin bize yardımcı olacak, aşağıda birkaç kişi kum torbalarını bize iletecekti. Yıkık pencerenin duvarına birkaç torba koymuştuk ki; karşıdan yakın mesafeden kurşun yağmuru başladı. Mermiler bizi hayrete düşürecek şekilde kum torbalarını delip geçiyor bize saklanabilecek bir alan kalmıyordu. Orayı boşaltmak gerekiyordu. Aramızda yetişkin olan, aşağıya salkınarak hızla uzaklaştı. Bizim çocukları bırak gitmemiz doğru olmazdı. 13 yaşlarındaki birinci çocuğu aşağıya sarkıtıp gönderdik. Çocuk koşmaya başladı fakat indiği yere ve bir süreliğine arkasından ateş açıldı. Karşıda toplanmış kalabalık çocuğu alkışlarla aralarına aldılar. Küçücük ikinci kat bir odada mahsur kalmıştık, karşı taraftaki durumu hiç bilmiyorduk üstelik kendimizi savunabilecek araç gereçten de yoksunduk.
Birkaç dakikalık suskunluktan sonra üniformalı bir askerin çatal ayaklı bir piyade tüfeği ile boşluk alanda sürünerek ilerlemeye çalıştığını farkettik. Karşı tarafa caydırıcı ateş açacak ve bize kaçma olacağı yaratacaktı. Bunu denemeye çalıştı. Askerin birkaç atışından sonra ikinci çocuğu da kaçırdık. Asker birkaç seri atış daha yaptı fakat açık hedef konumuna düştü. Karşı taraftan gelen bir tek kurşun, onu bacağından vurdu. O tek mermi bacağında büyük bir tahribat yaratmış, iri bir kemik parçası dışarıya fırlamıştı. Hiç bir tepki vermiyor, çok kan kaybediyordu. Gözleri kaymış sadece gözlerinin akını fark edebiliyorduk. Süratle aşağıya atlayarak askere yardım etmek gerekiyordu. Babam beni duvarın dibine iterek korumaya aldıktan sonra yaralı askeri güvenli bölgeye çekiştirmeye çalıştı. Askerin yaralı ayağı vücudundan bağımsızlaşarak ona engel çıkarıyordu. Yeni gelenler oldu yaralı askeri hep birlikte kaldırarak güvenli bölgeye geçirdiler. Yardım edenlerin üstleri başları kan içinde şaşkın bakışlarla yaralı askeri bir arabaya bindirip hastaneye gönderdiler. İşin ciddiyetini anlayan mahalle kadınları, çocuklarını, kimileri eşlerini adeta çekiştirerek oradan uzaklaştılar. Berbat bir planlama az kalsın bir gencimizin yaşamına mal oluyordu.
O yaralanan askerin akibetini hep merak ettim. Birkaç gün sonra mahallede tedavi için askeri bir helikopterle Türkiye’ye gönderildiği duyuldu. Sonra yaralı bacağının kesildiği haberi geldi.
Onunla yüzleşmeyi ve bu berbat ortak anıyı paylaşmayı çok düşündüm ancak cesaret edemedim. Savaş ve kayıpları üzerine acaba ne düşünüyordu. Müzik yaptığı barlara, festivallere gidemedim. Davudi sesi ile Cem Karaca şarkıları söylediğini duydum. YouTube’da aşk ve barış şarkılarını dinledim. O’nun hep hayata bağlı, mütevazi ama protest tavırlarını çok sevdim. Belki bir gün buluşup yaşamı ve anlamını sorgulayacağımız muhabbetlerimiz olacak diye ümit ediyorum.