Kıbrıs Türk halkı adadaki varlığını korumak için sürekli mücadele etmek zorunda bırakılan bir talihsizliğin toplumudur. Bu nedenle diyoruz Türkiye’nin desteği olmasaydı cemaat esamesindeki toplumsal yapısıyla ne İngiliz sömürge idaresinin Rumdan yana kayırmacı tutumu karşısında ayakta durabilirdi ne İngiliz’in adayı terk etmesinden sonra Rum toplumu ile kaldığı yalnızlığında varlığını koruyabilirdi.
Bunlar belki bugün tarihi süreç içinde pek de dikkate alınmayan virgüller, noktalardır. Mesela Rum Enosisi gerçekleştirmek için 1954’de patlattığı bombalarıyla İngiliz’e karşı terör başlatırken, Kıbrıs Türk halkı ne yapacaktı?
Şimdi bırakın TMT’ye “faşist” demeyi! Tutun ki Türkiye’nin subayları ile örgütlediği, silahlandırdığı o TMT kurulmamış olsundu! 1958’de Enosis yolunda en büyük engeli oluşturan adadaki Türk halkına EOKA’cılar ve öteki Rum milisleri saldırırken, Türk halkı kendini nasıl koruyacaktı?
Eğer 1960’larda Türkiye devreye girip Zürih Londra anlaşmalarına ağırlığını koymamış olsa, adadaki Türk halkının varlığına sahip çıkmamış olsa, nasıl bir yönetimde, azınlık olarak nasıl bir statü ile yer alacaktık?
İngiliz giderayak bize muhtariyet mi bahşedecekti? Dolayısıyle adadan ayrıldıktan sonra Rum çoğunluğunun altında kalan varlığımızı ne kadar, hangi güven ve sağlıkta sürdürebilecektik.
“Fakat bunlar olmadı” demek “olmayacaktı” demek değildir eğer Türkiye bilfiil kaderimizi yüklenen “anavatan” olarak ağırlığını koyup, zamanı ve yeri geldiğinde bizim için savaşmamış olsaydı!
“Beyin” diyordu bir romancı, her zaman ve önce olumsuzu düşünen bir bedbin yapıya sahiptir. Olumlu ile olumsuzu yan yana koysanız önce olumsuzu çağrıştırır..
Biz bu beyin praktisini yaptık mı? Yukarıda sorguladığım ve “olsaydı-olmasaydı” kelimelerine sardığım olaylar gerçekten olumsuzları çakarak olsalardı bu adada nasıl bir Türk varlığı olurduk düşünebiliyor muyuz? Mesela bugün de TMT’ye bakıp bakıp ve “faşist kuruluş!” derken, o TMT olmasaydı ne olurduk diye düşündük mü? Ya Eoka?” Ona da “faşist” kulpunu taktık ama sorduk mu Rum halkı için ne olduğunu?
Çünkü Rum halkı için Eoka, Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmek için kurulmuş, Eokacılar ise Rum halkı tarafından hâlâ anılırlarken kutsanan, heykelleri büstleri dikilmiş kahramanlardır… Yani bizim “faşist” dediğimiz Eoka militanlarına Rum tarafı ulusal kahramanları olarak saygı gösterir.. İster beğenin ister beğenmeyin ama gerçek budur…
YA TMT: Eokacılarla ile savaşmak için değil, saldırılarını durdurmak için kuruldu! Can mal güvenliği için kuruldu! Rum’un Enosisi’nin önünü kesmek için, adanın Türk Rum halkları arasında bölünmesi için kuruldu. “Taksim” bir slogandı ama esasında Türk azınlığının kendini güvende hissedeceği bir siyasi bölünmenin de kabataslak çözüm modeliydi.
DEVAM EDİYORUM: 1974 Barış Harekâtı bir Rastlantı mıydı? Yoksa Makarios tarafından yıkılan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ardından 1963’de Türk halkına yönelik saldırıların bir sonucu muydu?
Sonuçta söz konusu “bölünme” diğer slogansal adıyla “ taksim” ansızın zuhur etmiş bir siyasi tasarruf muydu, yoksa adada kendi yalnızlıklarıyla kalan iki etnik halkın iç içe birlikte yaşayamayacakları gerçeğinden kaynaklanmış zorunlu bir statü oluşumu muydu?
Bir beyin praktisi daha yapalım, ve soralım: “Bunca yılın muhasebesini yaparken nerede yanlış yaptık” ki “iki ayrı bölgeyi hâlâ federal sistemde” iki halkın huzurlu ve güvenli yaşamlarını sağlayacak çözüme kavuşturamadık? Neden fiilen iki halkın bölünmesinin var olduğu ve 1958’lerden beridir gerçek olduğu halde, önüne “birleşik” kelimesinin de konmasına karşın, Kıbrıs’ta “iki bölgeli, iki toplumlu bir federal sistem” oluşturulamıyor?
Çok yakına gelelim: Elam’ın faşist bir parti olduğu ve Meclis’teki iki sandalyeli etkisizliği bilindiği halde neden 59 kişilik meclisten “Enosis Plebisitinin” okullarda kutlama ve ders haline getirilme kararı çıktı? Eğer Enosis’in modası geçmişse!
GELECEĞE BAKALIM. “Enosis plebisiti olayı” ile kesintiye uğrayan müzakereler yeniden başlayabilir. Kalındığı yerden devam edebilir. Hatta Çözüm olabilir!
Bizzat Sn. Akıncı çözüm sonrasında Kıbrıs Türk halkı ile Rum halkının sempati ve empati üzerine kurulmuş barış içinde ve her türlü siyasi kaygıdan, rekabetten, düşmanlıktan arındırılarak rafine hale getirilmiş bir federal devleti paylaşacaklarını deklare edebilir mi?
Yoksa, “benim görevim çözümü sağlamaktı, ötesi tarafların anlaşma ve anayasaya bağlılıklarında bu çözümü barış içinde yaşatmalarıdır” mı diyecek?
Oluşturulan çözüm yürümediğinde de yoksa şöyle mi diyecek? “Biz iyi niyetle çözümü oluşturduk ama gelenlerde o iyi niyet olmadığından federal devletin yıkılması kaçınılmaz oldu!” Demek ki her zaman bir “kuran, inşa eden vardır bir de yıkan!” Bu nedenle hep “oluşacak çözümden” değil, oluşursa yıkılabilecek çözümden de söz etmek gerekir! Hatta “çözüm” kadar “çözümsüzlüğün” de bir siyasi başarı olduğu düşünülmelidir…