SEVGİLİ MİLENA! - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 19, 2024
Köşe Yazarları

SEVGİLİ MİLENA!

Bedia Balses

 

 


“Sevgili Milena! Hiç bir şeyin önemi yok, mektubundan başka. Soluk alamıyorum ama hastalığımdan değil, yokluğundan.”

 

Zamana kazılı, ölümsüz mektuplar edebiyatın en etkileyici yaratılarındandır bana göre. Kimlerin mektuplarını okumadık ki? Kafka’nın Sevgili Milena’sına yazdığını mı? Yoksa Nazım’ın Piraye’ye, Kemal Tahir’e gönderdiklerini mi? Kanuni ile Hürrem Sultan’ın, Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın, Abdulhamid ile Ruhşan’ın Mustafa Kemal ve Latife’nin mi? Yoksa Beethoven’ın öldükten sonra çekmecesinde “ölümsüz sevgiliye” hitaben bulunan, kim olduğu bilinmeyen, ancak tahmin yürülen sevgilisine yazdıklarını mı? Yüzyıllar geçse bile okuyanların kanını donduran acılar, itiraflar, aşklar, anlar, heyecanlar, tutkular, suçlar, ihtiraslar, utançlar saklayan, barındıran mektuplarla iç içeyim günlerdir. Her okunuşta kahramanlarının yeniden canlandığı, aşklarının bir başka aşka karıştığı, hala yaşayan, yitmeyen mektuplarlayım. O, özlemle beklenenler, bir nefes gibi, su gibi, hava gibi yaşam verenlerle. Günlerdir zaman, mekan, kimlik değiştiriyorum. Kendimi bazen Prag’da bir tren garında, bazen devlet erkinin üstünde olan bir aşkın ortasında, bazen Bursa Hapishanesi’nde yatarken buluyorum. Bazen “ay ışığı” bulaşıyor geceme, alnımdan gelip öpüyor beni yüzyıl öncesinden  yazılan bir cümle. Bazen içime denk düşüyor, benim için dile geliyor korku, endişe, keder. “Ölümün karşısında sen duruyorsun” diyen  satırlar düşüyor posta kutuma, “yaşamın anlamı isminde gizlidir” diyen bir ses günlerdir adressiz bir derinlikten mektuplar gönderiyor. Kendimi bazen Piraye’nin kimliğiyle “Ben, her yerde, her zaman, yıldızlı bir denizin üstünde, çam ağaçlı bir balkonda,-karanlık- yalnız senin gözlerinin ışıltısını gördüğüm ılık bir odada, bir hapishanenin görüşme yerinde olsun, mektupla olsun, mektupsuz olsun, nesirle olsun, şiirle olsun, sana seni seviyorum demişimdir” diyen hapishane mektupları okurken buluyorum. Bazen Milena olup ‘birazcık uyuyabilmemi düşüne borçluyum’ diyen bir sevgilinin acılarını duyuyorum. Bazen Kafka’nın “Bu karanlıklarda bile seninle eş düşüncede olabilmek! Şaşılacak kadar güzel” diyen bir cümlesinde beliriyorum. Beethoven’ın “Ay Işığı Sonatı”nı uğruna bestelediği o meçhul sevgili olduğumu düşleyerek:

“Sizden gayrı hiçbir kadın bu yüreğin sahibi olamaz. Asla!..

Ah Tanrım, insan böylesine değerli bir kadınla neden hicranı yaşamak zorunda. Şu anda Viyana’daki yaşamım sefilce. (…) Bugün, dün, ne gözyaşartıcı bir özlem size duyduğum. Ah n’olur beni sevmeye devam edin.

Hep sizin

Hep benim

Hep ikimizin“

 

diyen Ludvig Van Beethoven imzalı mektuplar okuyorum.

Kanuni Sultan Süleyman ile büyük aşk yaşayan Hürrem Sultan’ın, padişaha gönderdiği mektubunda “Canum paresi Sultanım, öyle nam sahibi ki sabah rüzgarı gibi merhamet artırıp saçar, öyle selam ki gönül kapan şeker dudakların kavuşması gibi, öyle dualar ki âşıkların avazı gibi yanık, öyle övgüler ki melek görünüşlülerin giysileri gibi sonsuz, öyle kalp safiyetleri ki sanki safa nuruyla nurlanmış selvi boyluların yanakları gibi… Benim Yusuf yüzlüm, şeker sözlüm, latif, nazenin sultanım…”  diyen satırlarla Osmanlı tarihine damgasını vuran, devletin gücünün üzerindeki büyük aşkın tanığı oluyorum.

 

 

Günlerdir mektuplarlayım. En çok da Kafka’dan Milena’ya yazılanlarla. Tüm dünyanın susup da tek bir mektuba dönüştüğü başka bir dünya içine çekiyor beni. “Hiç bir  şeyin önemi yok mektubundan başka” diyen bir büyük sözle tüm varlığını bir sevgiliye teslim eden güçlü kalemin hüzünlü öyküsü çıkıyor karşıma. Verem illetiyle boğuşan Kafka’nın sevgilisine “soluk alamıyorum ama hastalığımdan değil, yokluğundan” demesini içim kıyılarak okuyorum.

 

Cep telefonlarında, e-maillerde “mrb” “slm” diyen mesajları, gülücük, öpücük ifadeleriyle ilettilen, şablon cümleleri mektup niyetine yazanlar da, alanlar da okuyabilirler bu yazıyı. İçlerindeki eksiklik ve rahatsızlık duygusuyla yüzleşebilmek için bu mektuplar bir tokat gibi çarpıyor çünkü insanın yüzüne. Haydi, zaman denilen çöplüğün içerisinde kaybolma kaderi taşıyan aşkların mesajlarını susturalım. Tüm bunların inadına edebi anlamda ve tarihsel süreçte henüz değer kazanmamış kendi mektuplarımdan yola çıkarak buluştum yeniden ölümsüz mektupların kahramanlarıyla. Böyle mektuplar yazan, bu mektupları yazdıran aşkları, acıları, özlemleri, derinliği, coşkuyu ve aslında ne kadar okusak da sadece o iki kişi arasında tam olarak hissedilebilecek duyguları yazan ve yazdıranlarla dikilmek istedim bugün karşınıza. Kendi mektuplarımıza dokunabilmek, yaşamın içerisine karışabilmek sorgusuyla. Bugün, zamane aşkların, kısırlığına, kabızlığına inat yaşanan büyük aşkların satırlarına karışmak istedim. Var mısınız kendinizi bu mektuplarda aramaya? Ya da tersten bakacak olursak, var mısınız bu cümlelerin, anlamların arasında kaybolmaya? Yazanın elinin kokusunu ulaştıran, teninin, terinin, parmaklarının kokusunu taşıyan, kağıdın üzerinde geldiği yerden bir iz bırakan, kah ucu yakılan, kah imzası bir dudakla mühürlenen mektuplarla var mısınız yaz(ama)dığınız, al(ama)dığınız mektupları aramaya?

Başucu kitaplarımdan Franz Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan derlenen “Sevgili Milena”dan bir örnek sunmak istiyorum size. Arkadaşı Kafka’nın vasiyetini dinleyip de tüm eserlerlerini yakmış olsaydı ne kitapları kalırdı geride, ne de sevgili Milena’sının yaşamındaki yerini okuyabilirdik mektuplarında. Onların aşklarının, acılı öykülerinin tanığı mektuplarından bir mektubu aşağıda paylaşmak isityorum bugün sizlere. Kafka ile Milena birbirlerini görmeden mektuplaşmaya başlamışlar. Önceleri dostça paylaşımlarla olan mektupları kısa sürede tutkulu bir sevgiye dönüştürmüş onları. Üç yıl süren mektuplaşmalarında toplam üç kez buluşabilmişler. Bu aşk, “mektuplarda yaşayan bir aşk” olarak kazınmış tarihe. Her buluşma sonrasında Kafka kendi kendini suçlar, iç bunalımlar geçirirmiş. Bu yüzdendir ki kitabın arka kapağında Kafka’nın mektupları için ‘aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtıyor’ diye not düşülmüş. Bu mektuplar yazıldığı sırada Milena evli, Kafka ise nişanlıymış. Ancak medeni durumları büyük özlemlerini ve aşklarını engellemeye yetmemiş. Kafka o sıralar ciğerlerinden rahatsızlanmış ve verem olduğu anlaşılmış. Mektuplarını okuduğumuzda büyük bir yazarın kendi iç hesaplaşmalarını görmek mümkündür. O bunalımlı döneminde yazdığı mektuplar onun acısını, hüznünü, delice duygularla yaşadığı özlemi ve aşkı anlatmaktadır. Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar ise hiç bir zaman su yüzüne çıkmamıştır.

Kafka’dan Milena’ya:

(Prag, Pazar)

Milena, Milena, Milena… Adından başka şey yazamıyorum. Yazmalıyım ama! Bugün şaşkınım, yorgun ve sensizim Milena. (Yarın da yanımda olmayacaksın.) Nasıl bitik olmayayım. Hastayım diye altı ay dinlen, günlerini hoş geçir diyorlar bana. Oysa bu süre içinde yalnız dört gün bağışlanıyor. Bu dört günün Salı ve pazarından yalnız bir parça sabahlarla akşamlar da yok ediliyor üstelik! Tam bir esenliğe kavuşmadımsa suç bende mi, Milena? (Sol kulağına fısıldıyorum bunları… Güzel bir yorgunluktan sonra derin bir uykuya dalmışsın.. Yoksul bi ryataktayız, sağdan sola dönüyorsun ağır ağır, dudaklarımdan yana…) Yolculugum nasıl mı gecti? Anlatayım: İstasyonda gazete bulamayınca sokaga fırladım, sevindim ban dai ama yoktun sen, gitmiştin. İyi dedim böyle olması gerekirdi, sonra gene trene döndüm, düzüldük yok, gazeteyi okumaya başladım. Nasıl olması gerekirse, öyleydi her şey. Biraz sonra vazgectim okumaktan, sen yoktun artık yanımda. Yanımdaydın elbet, bunu bütün benliğimle duyuyordum ama birlikte gecirdigimiz o dört günün yakınlıgına benzemiyordu bu. Alışmalıydım bu çeşidine. Gene okumkaya başladım: Bahr ın günlüğünü okuyordum gazetede, Grein daki bir yeri anlatıyordu. Bitirdiğimde yazıyı, dışarıya baktım, ters yöne giden bir vagonun üstünde grein yazılıydı. Karşımda oturan biri Narondni Listy nin geçen pazarki sayısını okuyordu. Ruzena Jesenska nın bir yazısı ilişince gözüme, istedim gazeteyi adamdan, bir göz attım. Bıraktım sonra, beni uğurlarken gördüğüm yüzünü anımsadım da o yüzle oturdum ben de. Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena: Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneşti sanki. Ne söyleyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni.

 

Senin…

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar