“Biz karanlıklarda doğduktu! İyi ki gün ışığı vardı yoksa hiç serpilip büyüyemeyecektik…”
Son günlerde yine tartışmasıyla gündeme geldiği için hatırladım “karanlıklarla aydınlıkları…”
“Fanoz” derdik biz.. Her akşam batarken güneş, o “fanuslu petrol lambalarını” yakardık,” ışıyan günle birlikte de “püf” deyip söndürürdük…
O fanuslu petrol lambaların, kırmızıya kaçan sisli ışıklarında çalışırdık okullu olduğumuzda…
Akşamları yatarken, anca bastığımız yeri görecek kadar kısardık lambalarımızı…
***
ZOR günlerdi.. Meşakkatliydi.. Yokluk fukaralık toplumca ayni kaderde tek paylaşımımızdı… Ne var ki “analarımız” vardı Allah’ın bize bahşettiği “melekler” misali…
Onlar her sabah bizlerden çok önce uyanırlardı.. Gün sonra ışırdı üzerlerine.. Önce “islimi” yakarlardı, akşamları “fanuslu petrol lambasını” yaktıklarınca.. Çaydanlık koyarlardı üzerine islimin.. Su kaynadı mıydı bir tutam çay atarlardı içine. Daha uyanmadan biz, çayımız hazırdı…
Sonra “kabiralık” dediğimiz ya uygunca kesilmiş bir teneke parçası ya amyant koyalardı islimin üzerine. Ekmeklerimizi orada kızartırdık, “kabira” olurlardı.. Margarin sürerdik üzerlerine.. Ya bir dilim hellim yada peynirle yerdik, bir yandan da çayımızı yudumlardık birlikte…
***
ENERJİDEN bahsediyorum: Bir “fanuslu petrol lambası” bir de “islim!” Ve bahçelerdeki “rüzgâr değirmenleri!” Dari dünyada görüp tanıdığımız, kullanıp yararlandığımız “enerji kaynakları” işte bu kadarcıktı fukara hayatlarımızda…
Ha tek tük arabalar vardı. Köylerden kasabalara, kasabalardan “Şehere” (Lefkoşa) yolcu taşırlardı- adlarını halkın koyduğunca “Fortdigolar’dı!”
Çok yanıcı olduğu için insanları korkutan benzinle çalışırlardı. “Makineleri homurtulu, gürültülü gidişleri vardı çoğu toprak olan yollarda…
Sonra galiba 1950’lerde falandı.. İngiliz sömürge dönemini yaşarken “elektrik akımıyla” tanıştıydık. Önce sokaklarımıza dikilen direklere takıldıydı elektrik lambaları. Sonra evlere verilmeye başlandıydı… İşte o yıllarda geldi elektrik evimize. Elektriklikle birlikte radyo! Büyük kasaba ve köylere sinema… Elektrik, mucizesini göstermeye başladıydı.. Artık dülger, demirci dükkânlarında elektrikle çalışıyordu makineler. Günlerce sürecek işler kısa sürede bitiriliyordu…
Tutun ki elektrikle çağ atlatıyorduk yaşamlarımıza. Mesela artık pantolonlarımızla gömleklerimizi hep ütülü giyiyorduk…
***
FAKAT hiç doyamadıydık, tadına varamadıydık, sosyoekonomik kalkınmamızda istediğimizce kullanamadıydık elektriği.
“CİTA” bir İngiliz kuruluşuydu. Sonraları Rum’un inhisarına geçti. Tutun ki şimdilerde bizdeki Kıb-Tek’in muadiliydi..
1963 de Kanlı Noel’le birlikte Kıbrıs Cumhuriyetinden kovulurken, CİTA’dan kovulduyduk ama kendi bölgelerimizde santrallarımız olmadığı halde hâlâ elektrik akımından yararlanıyorduk…
***
ENERJİMİZİN sahibi olmamız gerektiğini ilk kez 1974 harekâtında anladık.. Rum tarafı hem suyumuzu hem de elektriğimizi kesmişti savaşta.. Ki savaş bir süre daha devam etmiş olsaydı “enerjisiz ve susuz” kalmamızın sonucunda, “hijyen sorunları” nedeniyle salgın hastalıkların kıranına düşecektik..
Nitekim 1974 Barış Harekâtı sonrasında hisarlardan indiğimizde, gazeteye yeniden yazmaya başlarken ben, ilk konum su ve elektrikti. “Bunlarsız hele Rum’un sahipliğinde oluşlarıyla ne özgür ve egemen olabiliriz ne de kalkınabiliriz” diyordum sürekli köşemden
Sonraları bugün de hâlâ sürdürüp götürdüğümüzce su ve elektrik “derdi davamız” olmaya hep devam etti!
Hem de Türkiye’den milyon tonlarca su akmasına hem de “işte size kabloyla elektrik akımı da veririz” denmesine karşın!
Bu nedenle dedimdi “su değil mi su, elektrik değil mi elektrik.. Burun da kıvırırız kıç da döneriz! Paşa keyfimiz isterse suyunu da al git deriz.. İşte biz öylesi mukterirleriz!..”
Henüz bitirmedik enerji davamızı! Daha çok devam edeceğiz anlatmaya “köşemizde..”