“Ölümcül” Kıbrıs Dedikodusu ve 6-7 Eylül Olayları - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
ManşetPoli

“Ölümcül” Kıbrıs Dedikodusu ve 6-7 Eylül Olayları

 

“Sekiz buçuğa doğru dışarıdan sesler gelmeye başladı. İki kamyon evimizin önünde durdu, ilk kamyondan kıyafetlerinden fakir oldukları anlaşılan adamlar indi. İkinci kamyon ise sopa ve kalın demirlerle doluydu. Kilisenin ön avlusundaki aileyi papazın ailesi zannetmişlerdi. İki buçuk metrelik duvarlara tırmandılar ve aniden bahçenin içindeydiler. Evimize girmek istiyorlardı. Kapı ve camları parçalamaya başladılar” (Güven 2005, 17).


“Yayanın evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış̧ ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş̧, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş̧, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış̧, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ̆ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş̧, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti” (Dosdoğru 1993, 29)

O iki gün boyunca yaşanan pogrom (Rumlar bu olaylara 6-7 felaketi “katasrofi” diyorlar) ile ilgili, yukarıdaki alıntılara benzer, birçok yerde yayımlanmış yüzlerce benzeri anı ve anlatı vardır. Evet, Türkiye tarihine karanlık bir sayfa olarak geçen 6-7 Eylül 1955 olaylarından söz ediyorum. Bir başka deyişle, bu tarihte Türkiye’nin büyük şehirlerinde yaşayan gayrı-Müslimlere yönelik yapılmış pogromdan söz ediyorum. Bu iki gün boyunca binlerce gayrı-Müslime ait iş yeri yağmalanmış, kiliseler yakılmış yıkılmış, kadınlara tecavüz edilmiş, beşi papaz 15 kişi öldürülmüş, evler  ve dükkanlar talan edilmiş veya yağmalanmıştı.

Pogromun sözlük anlamı “dinsel, etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet hareketleridir. Bu şiddet hareketleri genellikle evleri, işyerlerini veya ibadet yerlerini tahrip etmek, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmekten oluşur. Bu deyim ilk olarak tarihin çeşitli dönemlerinde Yahudilere karşı yapılan şiddet hareketlerini tanımlamak için kullanılmış, sonra da anlamı diğer gruplara karşı yapılan benzer şiddet olaylarını kapsayacak şekilde genişletilmiştir.”

Bugün sizlere Kıbrıs’ta yaşanan olayların ve Kıbrıs’ta üretilen bir “dedikodunun,” Türkiye’de gerçekleşen böylesine bir trajedinin arka planını nasıl oluşturduğunu anlatmaya çalışacağım.

Beş yıl kadar önce, her zamanki gibi İstanbul’un ünlü sahaflarını turluyor ve Kıbrıs’la ilgili kitap ve magazinler arıyordum. Eski basılmış kitapların arasında duran “28 Ağustos 1955 Kıbrıs Katliamı” adlı bir kitapçık hemen dikkatimi çekmişti. Bildiğim kadarıyla Kıbrıs’ta başlayan olaylarda Kıbrıslı Türkler ilk zayiatlarını 1956 yılında vermişlerdi, ve bu kişi de, EOKA’ya karşı mücadele etmeye çalışan Sömürge yönetiminin emniyet kuvvetlerine bağlı bir polis çavuşuydu. Neydi bu “28 Ağustos Katliamı” öyleyse? Kitapçığı 20 tl karşılığı satın aldıktan sonra, yandaki sahafa geçtiğimde orada da aynı kitapçıktan mevcut olduğunu gördüm. O gün dolaştığım hemen hemen bütün sahaflarda da bu kitapçıktan bir ya da iki adet bulunuyordu. Bu demekti ki 1955 yılında basılmış bu kitapçığın basılmış birçok kopyası mevcuttu. Kitapçık çok aceleyle hazırlanmış bir “eserdi.” Ucuz bir baskıydı. Sararmış sayfalarını çevirmeye başladığımda ise dehşete kapılacaktım. Meğer bu kitap, 6-7 Eylül’den birkaç gün önce basılmış ve dağıtılmıştı. 6-7 Eylül olaylarını yaratan provokasyonların en ölümcül “dedikodusu” olan, “28 Ağustos Katliamının” sözde “içyüzünü” anlattığını iddia ediyordu. Anlattığı ise aceleyle bir araya getirtilmiş propaganda malzemesinden başka bir şey değildi. Yalnız çok hınzırca hazırlanmıştı. Olmamış bir Katliamın, niye olmadığını ve nasıl “önlendiğini” ise okuyucunun görebileceği son paragraflara bırakılmıştır. Yani bilindik propagandadan sıkılan okuyucu kitapçığın tümünü okumazsa, gerçekte katliamın hiç bir zaman olmadığını asla öğrenemez.katliam1

Kitabın kapağı da böyle bir katliam olduğunu düşündürecek şekilde düzenlenmiştir. Ön kapakta, Türk bayrağı önünde duran bir Mehmetçik resmi yer alıyor, arka kapakta ise Osmanlı dönemini simgeleyen ve elinde bir kılıçla Osmanlı kılıklı biri Kıbrıs haritasının önünde poz vermektedir. Kapaktaki başlığa dikkatlice baktığınızda ise ilk göze çarpanın büyük puntolar halinde yazılmış “Kıbrıs Katliamı” yazısıdır. Bu yazının önünde ise daha küçük harflerle 28 Ağustos tarihi eklenmiştir. İşin en trajik-komik tarafı, Katliam kelimesinin punto halinde yazılmasına rağmen, çok daha küçük belirsiz bir vaziyette “nın” ekinin aşağılarda bir yere yazılması ve “içyüzü” kelimesinin ise kapağın sol tarafına belirsizce eklenmiş olmasıdır. Bu “eserin” tamamen manipülasyon yapmak için üretildiği kapağından bile belli oluyordu. Açık bir şekilde, kitapçığı hazırlayanlar, insanları kapağa bakarak, kitabı okumadan “Kıbrıs Katliamı” diye bir şeyin olduğuna inandırmak istiyordu. Kitabın içerisinde ise alakasız bir sürü propaganda ve hamaset yazısı bulunmaktadır.

Şimdi isterseniz bu “ölümcül dedikodunun” nasıl üretildiğine bakalım. Her şey 1954 yılında başlamıştı. Bu yıl Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olma dönemiydi. Kıbrıs’taki yükselen “Enosis” talepleri İngiliz yönetimi yanında Kıbrıslı Türkleri de yoğun bir şekilde rahatsız etmeye başlamıştı. Özellikle 1 Nisan 1955 tarihinde kurulan EOKA, o güne kadar siyasi platformlarda dillendirilen Enosis talebini şiddet kullanarak isteyecekti. İlk başlarda Kıbrıslı Türk toplumuna açık bir şekilde şiddet uygulamaktan kaçınan EOKA,  Kıbrıslı Türklerin Enosis konusundaki rahatsızlıklarını görmemezlikten gelerek, başlattığı “mücadeleyi” anti sömürgeci bir self determinasyon talebi gibi göstermeye çalışıyordu. Kıbrıslı Türklerin korkmamalarını, Kıbrıs “özgürlüğünü” kazandıktan sonra onlara Batı Trakya’dakine benzer azınlık hakları verileceğini duyurarak, onların mevcut kaygılarını azaltacağına artırıyordu. Mahalle kenarlarında patlayan bombalar on binlerce Kıbrıslı Rum’un katıldığı büyük sokak eylemleri ve atılan “Zito Enosis” sloganları, Kıbrıslı Türkleri dehşete düşürmüştü. Bu arada en ücra köylerde bile milliyetçilik sarhoşluğuna kapılmış komşularının tavırları da artık değişmişti. EOKA korkmayın derken, kendine vazife çıkarmış Rum gençler Kıbrıslı Türk komşularını korkutmaktan artık büyük bir zevk alır olmuşlardı.katliam2

Bu arada Türkiye’deki bazı çevrelerle ilişkiye geçmeyi başaran Kıbrıs Türk liderliği, Türkiye’deki talebe örgütlerini, cemiyetleri, sendikaları ve basını kullanarak, Türkiye’yi meselenin içine çekmeye çalışıyordu. 1948 yılında yayına başlamış Hürriyet gazetesi de bu işin bayraktarlığını yapıyordu. 1953 yılında ölmeden önce “Kıbrıs davasını” çalışanlarına miras bıraktığı iddia edilen Hürriyetin sahibi Sedat Simavi’nin yolunda, gazetenin redaktörlerinden ve Simavi’nin yakın dostlarından olan Hikmet Bil, Türkiye’de yaşayan Kıbrıslı Türklerle bir araya gelerek Kıbrıs Türk’tür Cemiyetinin (KTC) kuruluşunda yer almış ve sabah akşam hükümeti ve muhalefetteki CHP’yi “soruna” angaje etmek için uğraşmıştı.

Diğer taraftan Makarios da benzeri yöntemleri kullanarak Yunanistan’ı ayağa kaldırmıştı. İşte böyle bir ortamda yavaş yavaş 1933 yılında temelleri atılmış Türk-Yunan dostluğu da Kıbrıs sorununa kurban ediliyordu. Yükselen bu tehdit ortamında Kıbrıs ile hiç bir alakası olmayan, İstanbullu Rumlar ve Batı Trakyalı Müslümanlar büyük ölçüde zarar görecekti. Yani 1924 yılından beri rehine azınlıklar durumuna düşmüş bu iki topluluk, artan tansiyonla birlikte artık büyük bir tehlikenin altına girmişti. Özellikle, onlardan bir an evvel taraf olmaları ve tavır almaları isteniyordu. Örneğin İstanbul’daki Patrik’ten Makarios’u telin etmesi isteniyordu. O ise bu işe karışmamak istiyor ve dolaysıyla tüm milliyetçi öfkeyi üstüne çekiyordu. Artık yavaş yavaş ana hedef haline getirilmişti. Basın ise devamlı surette çatışma ortaamını körüklüyordu.

7 eylul olaylari
Bu arada Kıbrıs’taki olayların büyümesi ve Kıbrıs’tan gönderilen haberler, iki ülkenin üniversite talebelerini sokaklara dökmeye başlamıştı. Adeta, Kıbrıs adının geçmediği gün yaşanmıyordu “anavatanlarda.” Tabii gelen haberlerin tamamına yakını abartılmış haberlerden oluşuyordu. “Gerçeklik” artık romantik “milliyetçiliğin” ayakları altında önemini kaybetmiş ve sindirilmişti. Bu arada İngiltere ise biraz da Türkiye’yi konuya müdahil etmek için Londra’da bir konferans düzenleme kararı alacaktı. KTC ise bu fırsattan yararlanarak akıllarınca Başbakan’a gaz vermek için her gün ona telgraflar çekerek, Kıbrıs’taki durumun “vahametini” anlatmaya çalışıyordu. Doktor Küçük ise zamanını Kıbrıs’tan fazla Türkiye’de geçiriyordu. Özellikle KTC ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ve kırka yakın cemiyet ve sendikanın düzenlediği mitinglere katılıyor ve Kıbrıs Türkü’nün ne kadar büyük bir “tehlike” altında olduğunu herkese anlatıyordu. Her an Kıbrıs Türkü Girit gibi bir katliam tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Dilek Güven’e göre Ağustos 1955’in ilk günlerinden, olayların başladığı güne kadar, KTC’nin faaliyetleri şaşırtıcı bir şekilde artmıştı. Derneğin içerisine dönemin istihbaratçılarının da katıldığı bilinmektedir. Bunlardan en fazla bilineni ise Kamil Önal idi. “Ağustos başında Bil, Önal ile birlikte Kıbrıs ve Londra’ya uçacaktı. Kıbrıs’ta, oradaki Türklerin temsilcileri olan Müftü Dana Efendi, Faiz Kaymak ve Dr. Fazıl Küçük ile görüşecekler ve durum teatisinde bulunacaklardı. Bu arada, derneğin İstanbul’daki şube sayısı üç iken, 6 Eylül 1955’teki pogroma kadar İstanbul’un çeşitli semtlerinde en az on şube daha açılacaktı (Güven 2005, 60).

İşte bu tansiyon yüklü ortam devam ederken 13 Ağustos tarihinde Doktor Küçük, Hikmet Bil’e bir mektup gönderecekti. Bu mektupta Küçük, “Kıbrıs’ta Rumların artık dayanılmaz hale geldiğini ve durumun kötüleştiğini. Eğer Lefkoşa’da dolanan dedikodular doğruysa büyük bir katliam için yoğun bir hazırlık içerisinde olduklarını ve yakın tarihte bunu gerçekleştireceklerini” yazmış ve şöyle bir öneride bulunmuştu: “benim sizden ricam bütün şubeleri durumdan haberdar ederek harekete geçmelerini sağlayalım. Anavatanda düzenlenecek bir miting çok iyi olur. Çünkü Rumlar 28 Ağustos’ta genel bir miting yapacaklar. Ya aynı gün ya da üçlü konferanstan sonra bize saldırmak isteyecekler. Bilindiği gibi onlar silahlı bizim hiçbir şeyimiz yok” (Vryonis 2005, 81).

Hikmet Bil mektubu aldıktan üç gün sonra KTC’nin tüm şubelerine gizli bir direktif gönderecekti. Bu direktifle tüm şubelere “Türk anavatanından gelecek bir ‘erkekçe sesten’ Londra ve Atina korkacağı için, ‘uygun biçimde’ tepki verilmesi” talimatını vermişti (Güven 2005, 61). Bil ayrıca şubelere uygun görecekleri eylemleri yapabilme serbestisini de yönetim kuruluna sormadan vermişti. Yani bu aşamada Bil, Doktor Küçüğün “katliam” dedikodusunu, dönüştürerek gerçek bir olasılık gibi sunmuştu. Bu kararından yönetim kurulundaki kimsenin haberi yoktu (Vryonis 2005,83-84). Bil’in şubelere gönderdiği direktif, birçok KTC üyesinin harekete geçmesini sağlayacak ve 6 Eylül tarihinde patlayacak şiddet olaylarına kadar tansiyonu artıran unsurların başında gelecekti. Bu arada Bil 18 ağustos günü Doktor Küçük’ün iddia ettiği “28 Ağustos Katliam” hazırlıklarını Hürriyet gazetesinden tüm Türkiye’ye duyuracaktı. Halk yavaş yavaş galeyana geliyordu. Bil Rumların 28 Ağustos gününü “Genel Katliam günü” ilan ettikleri yalanını da yazısına ekleyecekti. Ertesi gün Bandırma’daki Tercüman gazetesini arayan KTC şubesi, bin kadar üyesinin Kıbrıs’a savaşmak için gitmeye hazır olduğunu bildirecekti. Bu arada Yeni Sabah Gazetesinde verdiği bir mülakatta Bil’in sözde Kıbrıslı Rumlar tarafından 28 Ağustos’da planlanan bu Katliamla ilgili düşüncesi sorulduğunda verdiği cevap ise dehşet vericiydi: “Bu tip soruya verilebilecek cevap şudur: İstanbul’da çok Rum var” olmuştu.

21 ağustos günü ise Yeni Sabah Faiz Kaymak’ın sözlerine yer verecekti. Dönemin Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu Başkanı Kaymak, silahsız ve masum Türklerin her an teröristlerin katliamına uğrayacakları korkusu içerisinde olduklarını söyleyecek ve Türkiye’den her türlü yardıma ihtiyaçları olduğunu ekleyecekti. Bu arada KTC 20,000 poster bastırmış ve her tarafa asmaya başlamıştı. Posterde Girit’e gönderme yapılıyor ve orada yaşandığı gibi Kıbrıslı Türklerin katliama uğrayacağından söz ediliyordu.

“28 Ağustos Katliam” günü beklentisi Menderes’in 24 Ağustos meşhur Liman gazinosu konuşmasının arka planını da oluşturmuştu. O güne kadar “bizim Kıbrıs sorunu diye bir sorunumuz yok” diyen Türkiye’nin artık bir Kıbrıs davası vardı. “Oradaki soydaşların güvenliği ön plana çıkmış ve eğer İngiltere adadan çıkacaksa adanın gerçek sahiplerine iade edilmesi” resmi politika olarak kabul edilmişti.

27 Ağustos günü birçok büyük gazete muhabirlerini Kıbrıs’a göndermişler ve bu çok konuşulan ve beklenilen “katliamın” fotoğraflarını çekmelerini  istemişlerdi. Beklenilen gün geldiğinde ise hiç bir olay olmamış sadece AKEL’in kapalı bir salonda bir toplantısı yapılmıştı. Evet 28 Ağustos gününe geldiğimizde beklenildiği veya iddia edildiği gibi Kıbrıslı Türklere karşı hiç bir saldırı olmamıştı ama İstanbul’da aynı gece Beykoz, Trabya, Fener ve Yeniköy’de Rumlara ve özellikle bazı kilselere polisin kör gözleri önünde saldırılacaktı. 6-7 Eylül olaylarının şahitlerinden hukukçu Christoforos Chrestides 1955’in Ağustos ayını ve ortamın nasıl dönüştüğünü şöyle anlatır:

“Ağustos ayının ortalarına doğru.. Türk basının tonu tamamen değişmiş ve dili keskinleşmişti,  birçok kaynağı belirsiz tehdit ve lanet okumalarla sanki gerçekleşecek olan zulmün açık bir şekilde psikolojik altyapısı hazırlanıyordu” (Vryonis 2005). Chrestides bu dönemde günlük hayattaki iletişimin de iyice zehirlendiğinden ve Türklerin Rumlara karşı tavırlarında büyük değişiklikler yaşandığını gözlemlemişti. Örneğin tramvayda Rumca konuşan Rumlara kızılmaya, en küçük tartışmalar polise şikayet edilmeye başlanmıştı. Bu tip tacizler ise 28 Ağustos akşamı daha ciddi fiziki saldırılara dönüşecekti. Saat dokuz civarı Beykoz’dan gelen kişiler Yeniköy’deki kiliseye saldırmaya başladığında, aynı saatte benzeri saldırılar Fener’de, İstinye’de de gerçekleşiyordu. Rum mahalleleri ve evleri taşa tutulmuştu. Patriklik de taşa tutulan yerlerden bir tanesiydi. Artık “28 Ağustos Kıbrıs Katliamının” olmayacağı anlaşılmıştı ama bu defa İstanbul pogromunun doğum sancıları başlamıştı ama mağdur kesim Türkler değil İstanbul’daki başta Rumlar olmak üzere tüm gayrı-Müslim kesimlerdi (a.g.e).

Gazeteler 28 Ağustos’tan başlayarak İstanbul Rumlarını ve özellikle Ortodoks kilisesinin en üst makamını tutan Patrik’i de hedef yapmışlardı. Örneğin, Yeni Sabah Gazetesi 28 Ağustos günü Ortodoks kilisesinin tüm hesaplarını Türk yetkililere göstermesini talep edecekti. Üç gün sonra Ulus gazetesi Patrik’in ve İstanbul Rumlarının gizlice Makarios’a finansal yardımda bulunduğunu iddia edecekti. 1 Eylül tarihli Dünya gazetesi ise TC. Hükümetini Ortodoks Kilisesinin kanunsuz işlerine göz yummakla suçlamıştı. Buna benzer haberler her gün gazetelerin sayfalarını doldurmaya devam edecekti. İstanbul Rumları artık sokakta bile yürüyemeyecek duruma gelmişlerdi. Ama bu daha sonra olacak olanların yanında hiç kalırdı!

6 Eylül günü saat 13.00’te tüm evlerde, kahvelerde, iş yerlerinde  bulunan transistörlü radyolardan Ankara radyosu “Ata’nın Selanik’teki evinin bombalandığı” haberini veriyordu. İkindi vakti ise İstanbul Express adlı gazete özel bir baskı yaparak olayı duymayanlara büyük puntolarla duyuracaktı. Kısa sürede KTC merkezlerinde yüzlerce kişi toplanmış, bazı sendika başkanları üyelerini peşlerine takarak kamyonlarla birlikte taksim meydanına doğru yola çıkmışlardı. Herkes “kahrolsun Yunan” ve “Kıbrıs Türktür” sloganları atmaya başlamıştı. Çok geçmeden kalabalık öfkelerini gayrı-Müslimlerin mallarına yönlendirmeye başlayacaktı.

7 eylul olaylari turkiye

Birçok dükkanın daha önceden işaretlenmiş olması ise bize tüm bu olayların çok önceden planlandığını göstermektedir. İki gün boyunca süren pogromda, binlerce iş yeri, ev ve dini mekan yağmalanmış veya tarumar edilmişti. Dilek Güven resmi Türk kaynaklarının yapılan zararı şöyle gösterdiğini yazar: 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesis saldırıya uğramıştır. Rıdvan Akar ise zararı 1004 ev, 4348 dükkân, 27 eczane ve laboratuvar, 21 fabrika, 110 lokanta ve kafe, 73 kilise, 26 okul, 5 spor kulübü, 2 mezarlık olarak belirtmektedir. Araştırmacıların bazıları en az 200 kadının tecavüze uğradığını ve 15 kişinin ise olaylar sırasında hayatını kaybettiğini yazar. Olaylarda yaralanan 20-30 kişinin ise bir süre sonra hayatını kaybettiği bilinmektedir (Vryonis 2005).

Olayın başlangıcını sadece Atatürk’ün evine konan bombaya (daha sonra bombayı Türklerin koyduğu ortaya çıkmıştır) yormak bence yanlış veya eksik bir kanaattir. Yukarda da göstermeye çalıştığım gibi tansiyon sistematik bir şekilde olaylardan bir ay öncesinden başlayarak tırmandırılmış, toplum adeta bu pogromu yapması için galeyana getirilmişti. Doktor Küçük’ün sağladığı “ölümcül dedikodu” ise daha “grand” bir projenin bir enstrümanı olarak kullanılmıştır. Birçok araştırmacı, hükümetin bu pogromun arkasında olduğunu ve işi örgütlediğini iddia eder. Doğrudur, onları her aşamada hissetmekteyiz. Fakat, Türkiye’deki tüm basının (CHP yanlısı basın da dahil) hep bir ağızdan, tüm bu süreç boyunca kraldan fazla kralcı olması, halkın büyük kesiminin katılımı (100,000 kişinin katıldığı tahmin ediliyor), onlarca sendikanın bu işe bulaşması olayı daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Bunun için yaşanan olayın burada yapıldığı gibi sadece son bir ayına değil de daha eskilere giden, derinlikli sosyo-psikolojik bir arka plan araştırması yapmak lazımdır. Yani Türk milliyetçiliğinin 20. Yüzyılın başında beri nasıl kurgulandığına ve kitleler tarafından nasıl içselleştirdiğine ve bu süreçte herkesin içine neden bu kadar azınlıklara hınç besleyen uyuyan bir canavarın yerleştirildiğine bakmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Ayrıca bu olayın yarattığı sonuçları da irdelemek lazımdır. Özellikle daha önce yapılan çalışmalardan da görülebileceği gibi “güçlü” Türk sermayesinin yaratılma sürecinde bu tip saldırılar gayri-Müslimlere karşı hep yapılmıştı (Aktar 2000)). Bu olaydan sonra da gayri-Müslimlere karşı yükselen hınç duygusu azalmayacak, aksine yükselerek devam edecekti. Kıbrıs sorunu ise hep Türkiye’de yaşayan Rumları taciz etmek için kullanılmaya devam edecekti. Bugün baktığımızda Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusları 200,000’leri bulan Rum nüfusun sayısı 2,500 kişiyi geçmemektedir. Bu da bize bazılarının amaçlarına ulaştığını göstermektedir. Üç dört yıl evvel eski Özel Harpçi, General Sabri Yirmibeşoğlu’nun dediği gibi:

“Ne mükemmel özel harp hareketiydi, amacına da ulaştı”

Kaynakça:

Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İstanbul: İletişim, 2000.
Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.
Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.28-38.
Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül Olayları, Bağlam Yayınları, 1993.
Mete Tunçay, “Kıbrıs Sorununun Gelişmesi Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum, S. 33, 1986.
Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, S. 117, s.86-93.
Speros Vryonis, The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6–7, 1955, and the Destruction of the Greek Community of Istanbul. New York: Greekworks.com, 2005.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
1
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar