Off pazartesiler, boş parklar, kırık kalpler - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Nisan 27, 2024
Köşe Yazarları

Off pazartesiler, boş parklar, kırık kalpler

Nazar Erişkin

Yetişkin bir insanın kendine verebileceği en şahane hediyeye, geçen yıldan beri sahibim… Pazartesi günleri artık bana ait. Belli bir saatte kalkmam, belli şeyler yapmam, yapamadıklarım nedeniyle mutsuz olmam gerekmiyor. Bu durumun beni nasıl özgürleştirdiğini anlatamam. İçinizden “ohh, bunun da tuzu kuru” diyenleriniz varsa cevabı erkenden yapıştırayım da nazarlara gelmeyelim… Çünkü kabul edelim hemen hepimiz olayların gelişim sürecine değil, sonuca bakıyor ve buna göre hüküm veriyoruz. Efendim öncelikle yaklaşık 16-17 yaşlarından beri para kazanıyorum. Okuduğum okulların, yaptığım tercihlerin, canım ailemin elbette payı var ama peşinden koşup sabahlara kadar çalıştığım işlerin, ilk yıllar taşıdığım kahvelerin, günde yaklaşık 18 saate varan fiziki mesailerin, kimseye dayamadığım sırtımın da birazcık rolü vardır diye düşünüyorum.

Çalışıp üretmek, kabuk değiştirmek, yenilenmek, tazelenmeye güç bulabilmek için insanın kendiyle geçirdiği boş saatlere ihtiyacı oluyor. Okuyamadıklarımı okuyor, seyredemediklerimi seyrediyor, hayatım boyunca ertelediklerime zaman ayırıyorum. Bol bol da yürüyotum. İnsan otomobil yerine bacak ve ayaklarını kullandığında, gözünden kaçırdığı pek çok ayrıntıyı görme fırsatı buluyor.


Odin’le sabah yürüyüşünü bitirmeye yakın mola verdiğmiz parkta zaman zaman şımardığımız da oluyor. Ne de olsa boş… Bir gören olmuyor 🙁

Yaşadığım semtte neredeyse her 10-15 kişinin kullanımına bir park düşüyor. Ne şans! Tabii bu da göreceli. Zira değerlendirmediğinizde şansın da bir önemi kalmıyor. Sabah ve akşamüzerleri Odin’le yaptığımız uzun yürüyüşlerin sonunda gittiğimiz, kuş seslerinin eksik olmadığı, kapılarını kapatınca Odin’in kaçma ihtimali kalmadığı, böylece yanımda götürdüğüm kitabı okuyabildiğim şahane bir park var. Gece olup el ayak çekilince, yetişkin olmayı becerememiş fakat el mahkum büyümüş zirzopların içtikleri içkinin şişesini dahi çöpe atmaya tenezzül etmemesinden bahsetmeyeceğim. Sabah dükkan açan esnaf gibi; gecenin pisliğini toparlamaya alıştık zira. Benim asıl ilgimi çeken parkların boşluğu; çocuksuzluğu… Her gün hatırı sayılır sokak geçiyoruz yürüyerek. İrili ufaklı ama spor aletli ama oyuncaklı bir sürü park etrafımız… Ekseriyetle müstakil evlerin yan yana dizildiği sokakların bahçelerinde, çocuklar için tasarlanmış, kaydırak, salıncak gibi mini park oyuncakları var. Hatta bazen, belki de artık işlevi kalmayanlarının, çöplük olarak kullanılmasını kanıksadığımız boş bir araziye bırakıldığına da tanık oluyorum. Ne garip değil mi? Onlarca park boş duruken, plastik park oyuncakları, yerlerinde çürüyüp atılıyorlar sağa sola. Oysa çocuklar parklarda, güneşte, çimde, çamurda çocuk olabilirler en çok gibi geliyor bana. Kim bilir belki de biz öyle büzüdüğümüzden.

Avrupalı ortak kullanılan alanlarına önem verip sahip çıkıyor. Bizde ise her şeyimizin bir tamam olup kendi kullanımımıza tabii olması mühim gibi… Türkiye’de özellikle Gezi sonrası insanlar parklarına sahip çıkmaya, daha çok vakit geçirmeye ve ortak yaşam alanı olarak kullanmaya başladılar. Ne diyeyim… Darısı başımıza. Aksi halde çocuk parkında kaydıraktan düşmemiş, tahteravalliden uçmamış, kafasına salıncak çarpmamış çocukların olacak gelecek.

Yegane İhtiyacım…

Bu yazıyı yazarken arkada yıllardır asla vaz geçmediğim İngiliz alternatif rock gruplarından Radiohead çalıyor. Şarkının adı All I need (“İhtiyacım Olan Yegâne Şey”diye çevirmek en doğrusu olur sanırım) Dikkati dağınık bir insan olarak, bambaşka bir şey yazarken, yegâne ihtiyacımın ne olduğuna kayıveriyor aklım beni şaşırtmayarak. Sanırım hepimiz sağlık deriz ilk önce. Aslında bağlamına göre değişir bu. Örneğin haftaya bugün dünyaya bir gök taşı çarpacağını ve her şeyin son bulacağını öğrenseydim; bugüne kadar sağlıksız olduğu gerekçesiyle hayatımdan uzak tuttuğum her şeyi o bir haftaya doluşturup yapmak isterdim. Dolayısıyla sağlık elbette olsun fakat hayatımda olmazsa olmaz diyebileceğim şey sanırım heyecan ve tutku. On iki haftasıysa da ömrümün, bir bu kadar daha da yaşayacaksam eksik olmasınlar dilerim.

Geçen Yıldan Bugüne

Müzikte, sinemada Brit esintisine karşı koyamıyorum. Kuralcı ve sistemli İngilizler’in elinden çıkan popüler kültür işleri bile bir kaç gömlek üstün oluyor. Geçen yazımda seyrettiğim bir filmden bahsetmiştim hani. Orada da bir İngiliz esintisi mevcut. Muhteşem oyunculuklar, süper senaryo falan değil beni çarpan. Ama iki konu var ki; kafamda serbestçe dönüp duran bazı şeyleri yerlerine oturttu. Gayet hakkaniyetli davranıp, geçen haftadan bu yana süre tanıdığım için artık spoiler verebilirim…

Türkçe’ye Yas Tatili olarak çevrilen orijinal adıyla Good Grief, ünlü bir yazar olan kocası trajik şekilde ölünce kaybının yasını tutan ve bu süreci atlatamayan; öyle ki ölmeden önce kendisine verdiği mektubu dahi açamayan bir sanatçının bu süreçte yaşadıklarını ele alan samimi bir film. Kahramanımız en nihayet mektubu açmaya karar verdiğinde ise, kocasının başka bir ilşkisi olduğunu ve genç sevgilisi ile Fransa’da birlikte yaşadıklarını öğreniyor. Filmi bu satırlara taşıyan ise, çok uzun bir süredir aklımda takılı kalan soruya verdiği cevap oluyor.“Bir kişiyi ona rağmen sevebilir miyiz?” Bence sevmek hali tek kişilik bir eylem ve karşımızdakinden bağımsız gelişiyor. Yeteri kadar şanslıysak bu sevgi karşılık buluyor. Ancak senkronu tutmadığında, biz bulutların üzerindeyken karşımızdaki bizi bitirmiş olabiliyor ya da tam tersi… Bahsettiğim filmin sonunda bende yanan ampul, biri bize korkunç acı verici gelen hayatımızın kazığını atmış dahi olsa, onu sevme hali tüm bunlardan bağımsız devam edebiliyor.

Şimdi bu yazıyı okumaya bir ara verin ve sizi fazla yormazsam linkini aşağıda paylaştığım şu yazıya bir göz gezdirin:

https://bit.ly/3Tf4sg0

Geçtiğimiz yıl Türkiye’deki seçimden sonra yazmıştım bunu. Bir cenaze evi ile Türkiye arasında kurduğum bağlantı, attığı kazığa rağmen sevmekten vazgeçmediğim ve umudumu koruyarak bir gün bana dönmesini beklediğim eski sevgili gibi. Türlü çeşit kez umut verdi ama asla ilişkinin başındaki gibi olmadı. Hele son 20 yıldaki halini artık kendi bile tanıyamaz vaziyette ama o kadar alıştı ki bu yeni versiyonuna; eskiden nasıl olduğunu hatırlamıyor artık. Ben ise kesmiyorum umudumu. Çünkü benim sevme halim O’ndan bağımsız, O’na rağmen ve ben seviyorum diye O’nun da beni sevmesi gerekmiyor…

***

Bu Hafta Nelere Çıldırmadım?

Çam kese böcekleri şehirlere kadar indi. Ama gözle görünce daha çok etkiliyor. Zaten yakmayı beceremediğimiz kalan son ağaçlarla biraz olsun nefes alabiliyorken,  yıllardır önü alınamayan bu masum görünümlü böceklerle mahalle parkında tanıştığımda;

Sahte diploma işiyle barem atlayan, askerliğini halleden, sahip olduğu makamla imzalar atan nicesinin peşine düşecek yeterli kaynak ve beceri var mı bizde bilemediğimde;

Aramızda yaşayan katiller sağa sola zehirli et atıp onlarca canı hayattan kopardığında çıldırmadım. Fakat aynı şekilde can vermelerini diledim. Zehirden iç kanama geçirip acı içinde çığlık atarlarken yanlarında bir kişi bile olmasın…

 

Tepki göster
Bayıldım
7
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
1
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar