‘Odanın içinde yanıp sönen satırlar duvardan indiler.
Şimdi etrafında ona hesap soran soru işaretiydiler…’
Bozulmuş yaşamı anımsatan, iç bulandırıcı, neredeyse elle tutulacak kadar belirgin bir koku vardı etrafta. Koku, kadının yattığı yerden geliyordu. Kadınının yatığı yerde yaşamın değil ölümün çağrışımı vardı. Gözlerini kadından çevirip odanın içine baktı. Badanaları düşmüş duvarlara yer yer siyah kalemle birşeyler yazılmıştı. Her zaman dikkatini çeken satırlar,duvardaki sırrı dökülmüş aynadan ışık oyunlarıyla bir korku filmi gibi düşüyordu şimdi odanın ortasına. Cümleler loş ışığın titrekliğinde kah sola yatıyor, sallanıyor, kah kocaman bir boşlukta boğuluyorlardı. Kadın homurdanarak, yattığı yerden huzursuzca kımıldadı ama uyanmadı. Aslında uyku taklidi yapıyormuş gibi bir his veriyordu karşıdakine. Dünyasından kopuk, yaralı, karanlıklar içinde yaşayan bir yalnızlığı vardı. Bu köhne alanın dünyaya açılan bir penceresi olduğunu farketti. “ne garip” diye fısıldadı… “Bir pencere, bunca kapalı, bunca içselleştirilen cehennemin içinde bulantı, korku, tiksinti duyguları arasında koskocaman camlı bir pencere”. Kalın ve gri perdelerle örtülü olan pencereden atlayıp kaçma isteği yerleşti aklına. Tozlu perdenin aralığından kapkara bir bina dikildi gözlerinin önüne. Pencere beton yığınına bakıyordu… Kadının yattığı yerden gökyüzü görünmüyordü; aralarında yine bir duvar vardı. Bir martı sesi düştü odanın ortasına. Martılar varsa, deniz de olmalıydı. Deniz varsa mavilik de vardı. Enginlik de, derinlik de, kaçma, kurtulma, boğulma ihtimali de… Deniz varsa yaşam da vardı… Kasvet veren bu karanlık yerden kurtulmalıydı. Uzandığı yerden kalkmak için doğrulduğunda, karşısında karanlıklar içinde uyuyan kadının da kımıldandığını farketti. Yerdeki tahta parkeler adım atmasıyla gıcırdadı. Uyuyan yaralı hayvanı uyandırmak istemeyen bir kurban gibi duraksadı. Kadın uyanırsa gitmesine engel olabilirdi… Uyanırsa bu köhne, bu karanlık, bu ölüm kokan, bu ucube gülüşlü odadan çıkamayabilirdi… Oysa martıların sesi duyuluyordu. Dışarısı onu çağırıyordu.
Bıraksak gemini atlarımızın
Mahpusu olduğumuz bu dışarıdan
O vakit kurtulur muyuz? (1)
diyordu içinden. Neyin içinde, neyin dışında olduğunun ayrımına varamadı. İçeriden mi çıkmak istiyordu, dışarıdan kaçmak mı, karar veremedi. Bu karanlık odaya bu kadınla birlikte nerden gelmişler, nerden düşmüşlerdi ?… Neden dışarıda renkler, martılar, deniz beklerken bu kadınla birlikteydi? Sorular yandı, durdu, söndü… Bu köhne, bu karanlık, bu ölüm, pus, korku, hastalık, terkedilmişlikle ayakta duran odaya nasıl gelmişti… Gözleri düş yordamıyla bir kapı aramaya koyuldu. Kapının ardında mı, dışında mı, eşiğinde miydi? Ayaklarına söz geçiren bir edayla doğruldu. Uyuyan -yaralı, kendinden kaçan, dünyadan kopuk- kadını uyandırmak pahasında da olsa buradan çıkmalıydı. Ayağa kalktı ve kanı dondu. Gözlerinde yorgunluk, yılgınlık, korku, yıllar, yollar dökülen kadını karşısında buldu… Ona engel olmak için uyanmış, karşısına dikilmişti. Elini uzattı ve anladı…
Anlamanın ve farketmenin acı veren tecrübesi bir kez daha karşısındaydı… Dünyasının farklı kesitinde uykuya yatan kadın aynadan ona el uzatıyor, o içeriden çıkmak istiyordu… Bu köhne odada yarattığı, yaşattığı, çoğalttığı, unuttuğu, yorduğu, kendisiydi… Ama kendisi hangi ben’de, nerdeydi? Odanın içinde yanıp sönen, titreyen satırlar duvarlardan indiler. Şimdi etrafında ona hesap soran birer soru işaretiydiler… Dışarıda martı sesleri geldi kulağına, denizin kokusu doldu odaya. Aklının bu kesitinde yaşayan kadını kurtarmalıydı. Arkasına baktı. Sırt döndüğü kapıyla karşılaştı. Yürüdü…
- Mahmut Temizyürek (Mahsusmahal Dergisi)
Genç arkadaşım Ahmet Uçar’dan iki şiir:
Özlem
Evimin esmer teni
Yoksun tüm giysilerden
Salıncak
Pastanın mavi mumu
Gözbebeklerime aktı
Üşüyor ayaklarım
Yüzünün sanrısıyla
Şair arkadaşım Erol Saner’den bir şiir konuk oluyor bu hafta sayfama:
ÇOCUKSU GÜLÜŞLERİN
gülüşünü jilet yutmuşçasına yutkunurken kelimeler,
üşüyen yurtsuz çocukların donmuş gözbebeklerine
bir ışık tesellisi olmak için
uzun yolculuklara çıkmıştı gözlerin,
henüz şiiri yazılmamış ülkelerin
ve kentlerin coğrafyasından yükselen
asi bir türküyle ruhumun meydanlarını titretti.
“Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında”(*);
mermerlerin al göğsüne sinmiş çocuk rüyalarının ortasındayım
dünyanın bütün zamanları hep biraz daha ateş panayırı…
sonsuzluğa sözüm var,
dar kalıplı zamanların alnına
çocuksu gülüşlerini kazıyamam k
elimelerim, hayatın meçhul sayfasından
kuşların kanat sesiyle uçarken yüreğimde
buruk zamanların esintisiyle dans eden içli türküler kalır.
ey sonsuzluğu kucaklayan bahar ülkesindeki asude kelimeler,
bir çocuksu gamzeye gül teninden kaç kelime düşer
gül açan yüzünün gölgesinde eridi bütün heykeller
umut krallığı ve mahşer kalabalığı
herkes zamana emanet bıraktığı vicdanının peşinde,
üstelik düş yoksuluyduk
ve dünya çocuksu gülüşlerine sığmayacak kadar küçüktü
(*) Ahmet Hamdi Tanpınar
Erol Saner /Şanlıurfa, 19.03.2014