2014’de de Anastasiadis’in muzırlıkları ile gireceğiz. Zaten “müzakere arayışlarına” yönelik ön çalışmaların odağını teşkil eden “ortak açıklama,” politikanın o kendine özgü “politika yapmak” inceliğinden çoktan saptı. Resmen “eğer koşullarımı kabul ederseniz masaya oturmayı kabul ederim” diyen Anastasiadis’in siyasi kaprisi haline geldi.
Öyle olması da kaçınılmazdı! Sen Güney’i AB’nin eşit oya sahip üyesi yaparsan, BM’lerde tek devlet temsiliyetini sürdürmesine cevaz verirsen… Anastasiadis elindeki bu kozlarla, “dama taşı” gibi neden oyamasın? Ki bir kez damaya çıktı mıydı rakip taşları tek “damasıyla” bloke de eder, yutar da!
Nitekim Anastasiadis Kıbrıs’taki siyasi çarpıklık nedeniyle “damaya” çıkardığı bu taşıyla oynuyor! Ve asıl olması gereken büyük oyunun kurallarını bozuyor!
NEDİR O BÜYÜK OYUNUN KURALLARI? Bir daha bakalım:
BİR: Adanın iki halk tarafından paylaşımıdır. (Oysa son gelinen aşamada Anastasiadis’li Rum liderliği bu paylaşımı ancak “tek egemenlik” şemsiyesi altında kabul ediyor.)
İKİ: Dolayısıyla tek egemenliğe dayalı Kıbrıs’ta tek kimlik, tek uluslar arası temsiliyet olur” diyen Anastasiadis mesela iki kurucu devleti kabul etmeyecek pozisyona düşüyor! Nitekim:
ÜÇ: Davutoğlu’nun son ziyaretinde Eroğlu müzakerelerin başlamasına kapı açacak bu “tek ada egemenliği” şartını kabul ettiydi. Fakat Türk tarafı olarak kendi şartını da koyduydu. Buna göre iki kurucu devlet Kuzey’de ve Güney’de kendi içlerinde de ayrı ayrı ayrı egemen olacaklardı…”
DÖRT: Anastasiadis çözüme gidecek bu kapıyı sıkı sıkıya kapalı tutarken özellikle “iki kurucu devleti kabul etmemekte direniyor! Dolayısıyla büyük oyunun kurallarını çiğniyor!
2013’ü kapatırken son gelişmeler bunlardı. Dikkatinizi çekmiş olmalıdır: Artık Türk tarafı Kıbrıs’ın dünyada “tek egemenlik modeli” ile yerini almasına karşı çıkmıyor. Ancak Federal kanatların da kendi içlerinde “egemen” olmaları şartını getiriyor…
Kısaca: Az da olsa bir ilerleme var gibi görünüyor. Önümüzdeki günlerde artık bizden biri duruma gelmiş Downer’ın da yeniden devreye girmesiyle, Anastasiadis’in muzırlıklarına karşın (zannedersek) Müzakereler başlayabilir… Çünkü tarafların verebileceği ödünleri bitti!
**********
TÜRKİYE İLE OLUŞTURULAMAYAN SAĞLIKLI İLİŞKİLERİN ZARARLARINI ANLAMAMIZ GEREKİR…
Öncelikli sorunumuz nedir? Siyasi çözüm mü yoksa ekonomik sorunlarımızı çözmek mi?
1974’den öncelere dayanan sorudur bu. O yıllarda da “önce siyasi sorunu çözelim sonra ekonomik durumumuza bakarız” da diyorduk, “önce ekonomik yönden güçlenelim sonra siyasi sorunu çözeriz” de! Rum’un sayesinde siyasi sorunu çözemeyeceğimizi anladıkta ise “hadi kendi işimize bakalım” dedikti…
FAKAT: Bir daha gördüktü ki “siyasi sorunu çözmeden ekonomik gelişmeyi sağlamak mümkün değildir…” Dolayısıyla ikisinin de birbirlerine dolanıp “kördüğüm” olmalarını önleyemedik!
Yine de sormak gerekir ama: “Neden başaramadık?” Çünkü Türkiye ile anlaşamadık! Bizi tanıyan tek devlet, ticaretimizin tek kapısı, adadaki varlığımızın tek güvencesi, siyasi sorunun çözümünde dayanacağımız tek güç olmasına karşın; Türkiye ile anlaşmak yerine “dalaşmayı” tercih ettik!
Bunda UBP’nin de hatası vardı CTP’nin de! Şöyle ki: UBP: Ankara’nın desteğine mazhar olmak için buradaki “Paşaları memnun etmek, dolayısıyla Türkiye’ye bağlılığını sandıktaki oylarına tahvil etmek için yıllarca “Vatan, Millet, Atatürk” dedi! “Şükran sana anavatan” nutuklarında politika yaptı! Eh bu kadar açıktan bağlılık da sonuçta Ankara’nın her istediğini yapması politikasını getirdi! CTP: O dönemlerde UBP için ezeli ve ebedi muhalefet rolünü oynuyordu! Bu nedenle Ankara ile sıkı ve istismarcı ilişkiler içine giren UBP’yi muhalefet olarak hezimete uğratmak yollarında mücadele ederken, otomatik olarak Ankara’yı da UBP ile birlikte o muhalefetinin içine kattıydı. Ve yarattığı imaj “Türkiye karşıtlığı” olduydu! Ankara’nın o kadar muhalif olmadığını anlaması için, CTP’nin yıllar sonra iktidara gelmesi gerekecekti… ANCAK: Sloganlar partisi CTP’nin Türkiye ve Türkiyeli karşıtlığına dayalı slogansal tohumları yeşermiş, partili “gençlerin” kafasında “Türkiye tarafından istismar edilen, sömürülen Kuzey Kıbrıs Türk halkı imajı” çoktan yerli yerine oturan bir siyasi motif haline gelmişti!
Bu iki siyasi partimizin Türkiye ile ilişkilerindeki yanlış tutumlarıdır ki sebep oldukları rahatsızlıkları şimdilerde de taşıyoruz! Nitekim Üçüncü kezdir iktidara gelen CTP hâlâ Ankara ile uyumlu çalışma ortamları oluşturamamıştır. En basit örneği de “Yeniden yapılanmayı” hedefleyen ekonomik istikrar protokolünün 2013-15 ayağını uygulamaktaki sıkıntıların devam etmesidir…
OYSA GERÇEK ŞUDUR: Anlatmadan önce Türkiye’nin açmazını da bir başka açıdan vurgulayalım: AB’ye üye olması gerektiği ile ekonomik ilişkilerinin en üst seviyede olması gerçeğine karşın, Erdoğan’lı AKP’nin en çok tartıştığı AB olmaktadır! O kadar ki zaman zaman Don Kişotvari meydan okumalara varan tutumlarda!
Demek ki Türk Türk’e benzer! Bizim de burada ekonomik ilişkiler açısından tek şansımızken, Rum’la dalaşmadığımız kadar Türkiye ile dalaşıyoruz!
Velev ki sebebiyeti veren yine Ankara’nın tutumudur diyelim! Mersin Gümrüğünde KKTC ürünlerine uygulanan ve barikat halini alan mevzuatlardır… Yahut “1974’den beridir, “sizi biz kurtardık” dediklerinin ödeye ödeye bitiremediğimiz diyetidir… Türkiye’den yüz liralık ithalat yapmamıza karşın, bir liralık ihracat bile yapamamaktır… Anavatan olmasına karşılık “yavrunun” üvey evlat muamelesi görmesidir…
EVET AMA KIRK YIL BÖYLE Mİ GEÇMELİYDİ? İlle de bu kısır döngü, Kıbrıs Türk ekonomisinin hatta siyasetinin canına okuyan bu süreç kırk yıl hep öyle geldi böyle mi gidecekti? Onca olaylar, onca yakınmalar, Annan planına evet demelere karşın hep ayni minval mi sürecekti?
Öyleyse umudumuzu yitirmeden umalım: “İnşallah bu talihsiz ve kadersiz süreci 2014’de kırarız…” **********
YAPILMASI GEREKEN YENİDEN DEVLET YAPILANMASINA GİTMEKTİR
Koalisyon hükümetlerini oluşturan siyasi partiler seçimler öncesi “bildirgeleri” ile “vaatlerini” değil, oluşturdukları “protokolü” uygularlar…
Bildiğimiz kadarı ile CTP-BG ile DP-UG partileri de bir protokol yaptılar…
Ne var ki “icraatlar” aşamasına gelindiğinde her iki siyasi parti de “kendi görüşleri ile uygulamalarını” dayatmaya çalışıyorlar… Üstelik bunu yaparlarken “seçmenlerine” ne kadar kararlı olduklarını göstermek için kendi içlerindeki tartışmaları halk katları ile medyaya da servis ederek popülist yaklaşımlar haline getirmektedirler!
“Geçiciler sorunu” bu nedenle başladı… CTP-BG pek alâ da biliyordu ki UBP döneminde “geçici” olarak işe alınanlar vardır ve bunların durdurulmaları söz konusu olduğunda arbede kopacaktır… Zaten bilinen de oldu! Her ne kadar “sınava tabi tutulsunlar” formülü üzerinde anlaşmaya varmış olsalar da olay kapanmış sayılmıyor… Üstelik koalisyon hükümeti ilk yarasını aldı! Ki önümüzde aşılması gereken daha nice sorunlar vardır…
Mesela dün refikim Hüseyin Ekmekçi, Köşesinde “Kimi Hangi Göreve Tayin Edeceksiniz” diye soruyor ve ekliyordu: “Nedir Kamunun ihtiyacı?” Ardından da hemşire ihtiyacından doktor ihtiyacına, proje uzmanlarından yabancı dil uzmanlarına, polisten öğretmenlere varıncaya dek uzun bir listeyle o ihtiyaçları kategorize ediyor ve şu can alıcı soru ile deşiyordu tüm sorunların anasını babasını:
“Pekala nere ihtiyaç yoktur? “Torpile, popülizme, eyyama!”
Okudukta “hah dedimdi! İşte asıl sorun… Çünkü bugün “geçiciler” etrafında kopartılan gürültü halledilmiş görünse bile yarın benzeri olaylarla bir yerlerden yine fırlayacaktır. Çünkü bu ülkede ne partizanlık bitecektir ne torpille popülizm! Hele hele eyyamcılık hep devam edecektir…
Çünkü bunlar siyasi partilerin “oy potansiyelleridir.” Hepsini kesip attığınızda bir teki ayakta duramaz sapır sapır dökülüverirler… Mesela seçim propagandalarında deyin ki, “ey ahali biz iktidara gelirsek sınavsız tek bir kişiyi istihdam etmeyeceğiz.” “Ey gençler. Bilin ki iş, aş aslanın ağzındandır. Biz iktidara gelirsek ancak hak edenler kavuşacaklardır işe aşa!”
Öylesine nutuk atın! Sonra bakın bakalım kaç kişi vardır arkanızda?
KKTC’nin yapısal kusuru da olsa bunlar yaşanan gerçeklerdir. Yapılması gereken “yapılmaması gerekenleri yapmamak için yeniden devlet yapılanmasına gitmektir…”