Mülazim Usta'nın Girne Limanı - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Poli

Mülazim Usta’nın Girne Limanı

Bulunduğumuz yerden, Boğaz’da önceden belirlenmiş saatlerde konvoy halinde geçen Rum araçlarını seyrederdik. En önde ve en arkada Birleşmiş Milletler’e ait araçlarla koruma altına alınmış Rum arabaları, Lefkoşa’dan Girne’ye ya da Girne’den Lefkoşa’ya gitmek zorunda kalan Rumları taşıyordu. O zamanlar, oluşturduğumuz kanton ya da gettolara Rumların araçlı ya da araçsız girmelerine izin vermiyorduk. Böyle bir çözüm bulunmuş, günün belirli saatlerinde konvoy halinde ve koruma altında gidip geliyorlardı. Rum araçlarını seyrederken bu durumu gücümüz ve üstünlüğümüz olarak yorumlardık.

O zamanlar haziran ayı gelip de okullar kapanır kapanmaz, biz liseli gençler yaz tatillerinde çalışmak için adeta can atardık. İş demek; yeni deneyimler, para ve aileden bağımsızlık kazanmak demekti.

Kazanılan para ile akşamlar ve hafta sonları daha güzel, daha keyifli geçerdi. 1974 Haziran’ında Su Dairesi’nin öğrenci işçi alacağını duyar duymaz bizim “çete” dairenin kapısına dayandık. Bir Land Rover’e bindirilerek Girne’de Boğaz’da yolun üst başında bir yerlere indirildik. Sonra eski bir kamyon, kalınca metal borular getirerek oraya deviriverdi. Çapalar, kürekler ortaya çıktı ve sanırım Göçmenköy’lü ve hatırladığım kadarı ile ismi Mülazim olan ustamızla işe koyulduk. Hedef, Boğaz’dan bir kaynaktan şimdiki adı Zeytinlik olan Templos’a su nakli için boru döşemekti.


Mülazim usta, o zamanlar daha sık kullanılan tabirle “Rus tipli” bir adamdı. Beyaz tenli, kırmızı yüzlü, atletik yapılı çok hareketli fakat zamana yenik düşmüş göbeği biraz öne çıkmış, 50-55 yaşlarında bir adamdı. Bizim enerjimizde kendi gençliğini buluyor olmalıydı ki bize sürekli kadınlardan bahsederdi. “Kadının makbulü, irice popolu ve beli yay gibi içeri doğru kıvrımlı olanıdır” der, anlatmak istediğini elleri ile de tarif eder sonra hep beraber gülüşürdük. Yarattığı dostça ortamda avuçlarımızı patlatırcasına toprak kazar boru döşerdik.

Toprağı 30-40 santim kadar kazıp boruları yerleştirdikçe, dairenin kıdemli elemanları onları ucu ucuna birleştirir öylece ilerlerdik.

Bulunduğumuz yerden, Boğaz’da önceden belirlenmiş saatlerde konvoy halinde geçen Rum araçlarını seyrederdik. En önde ve en arkada Birleşmiş Milletler’e ait araçlarla koruma altına alınmış Rum arabaları, Lefkoşa’dan Girne’ye ya da Girne’den Lefkoşa’ya gitmek zorunda kalan Rumları taşıyordu. O zamanlar, oluşturduğumuz kanton ya da gettolara Rumların araçlı ya da araçsız girmelerine izin vermiyorduk. Böyle bir çözüm bulunmuş, günün belirli saatlerinde konvoy halinde ve koruma altında gidip geliyorlardı. Rum araçlarını seyrederken bu durumu gücümüz ve üstünlüğümüz olarak yorumlardık. O günkü halimizle zaten olup bitenlere pek de kafa yormazdık. Gerekli tarih bilincini  okulda Dr. Vehbi Zeki Serter hocanın tarih kitaplarından, buldukça göz attığımız Halkın Sesi ve Bozkurt gazetelerinden, Bayrak Radyosu’nun yorumlu haberlerinden ve en önemlisi bizi sık sık bilgilendirmek ve ajite etmek için okula gelen, konferans salonunda “11 yıldır” diye başlayan, “103 köyümüzü yakıp yıktılar” diye devam eden fakat her seferinde bizi heyecanlandırmayı, kız öğrencileri ise ağlatmayı beceren dönemin liderlerinden Rauf Denktaş’tan alıyorduk… Bütün işaretler ortada bir sorun olduğunu, bizim Rumlarla veya onların bizlerle ölümcül bir oyuna giriştiğimizi fakat bilek güreşi yapacak kadar gücümüz olmadığı için gettolarda yaşam sürmeye zorunlu kaldığımızı anlıyorduk. Ancak gel gelelim ki, biz gençler olarak yine de o gettolardaki hayatı çok samimi bulur severdik.

Tepeleri devirmiş, Beşparmakların Girne’yi görebileceğimiz güney kesimlerine geçmiştik. Boruları götüreceğimiz Templos, birkaç kilometre aşağıda görünüyordu. Henüz kurumamış bitki örtüsü ve şinya kokuları arasında öğle paydosu için ara vermiştik ki, sigarasını yakıp kuvvetlice üfleyen Mülazim Usta, “Be çocuklar, bu Girne bizim olsa başka hiçbir şey istemeyik” deyiverdi. Hepimiz dönüp ona baktık.

“Limanı var be çocuklar” dedi. “Bir limanımız olsa, mal getirsek mal götürsek bu Rumlara muhtaç kalmasak durumumuz inanılmaz güzel olurdu.”

…Hepimiz, ne olursa ve ne yaparsak Girne bizim olur diye hayale başladık. Sonra düşteymişiz gibi liman gözümüzde canlanmaya başladı .

Bazı günler kendimizi Titanik gemisinin alt katlarındaki fukara İrlandalılara benzer halde utangaç, çekinerek gittiğimiz, bin bir gece masallarının yaşandığı Girne Limanı. Ahmet Okan’ın anlatmaya doyamadığı çan modeli mini etekli kızları gözümüzde canlandırdık.

Sonra Mülazim Usta’nın gemilerinin limana girip çıktığını düşledik.

Girne Limanı’nın bizde olması “iyi bişey” diye düşünmeye başladık Mülazim Usta’ya hak verdik.

Ertesi gün yüz metre kadar daha ilerlemiş ve “kuşluk paydosu”na girişmiştik ki aşağıdan Templos tarafından koşarcasına gelen Avrupalı görünümlü yaşlıca bir kadın ve adamla karşılaştık. Nefes nefese kalmışlardı ve bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Mülazim Usta ile yaptıkları konuşmalardan bizim anlayabildiğimiz sadece “Makarios is dead” oldu. Ancak Makarios’un ölmesi onları neden bu kadar telaşlandırmış, neden şeytanı görmüş gibi panik içinde olduklarını anlayamamıştık. Mülazim Usta “toplayın aletleri gidiyoruk” dedi.

Rumlar, kendi aralarında çatışmaya başlamışlar ve Makarios vurularak öldürülmüşmüş. Bahse konu edilen 15 Temmuz 1974 darbesi idi ve EOKA’cı Enosis’çi Rumlar, Yunanistan’daki faşist albaylar cuntasından cesaret ve destek alarak iktidarı ele geçirmek üzere Makarios’a darbe girişiminde bulunmuşlar, ancak Makarios ölmemiş kayıplara karışmıştı.

Karşılıklı cepheleşme ve çatışmalar başlamış, çok sayıda ölenler olmuştu. Adadaki yabancılar ve tabii ki en başta da Kıbrıslı Türkler için tehlikeli ve sonu belirsiz bir dönem başlamıştı.

1974’te yaşanan faşist darbe girişimi ve sonrasında Türkiye tarafından geliştirilen askeri harekat, Kıbrıs’ta hem fiziki hem de siyasi şartları derinden sarsarak büyük değişikliklere uğrattı. 1958 de başlayan ve 1963 yılından itibaren hızlanan karşılıklı göç ve yer değiştirmelere karşı çözüm olur gerekçesi ile ada, kalın bir çizgi ile ikiye bölündü. Güvenli bölge yaratmak amacı ile kontrolü ele geçirilen Kuzey yarısından 160 bin Rum Güney yarısına kaçarken, Güney’de yaşayan

40 bin kadar Türk de Kuzey’e göç etti. Ada topraklarının yüzde 36’sı ile sahillerin yüzde 52’si Kuzey yarısında kaldı. Kıbrıs’taki toplam sanayi yatırımlarının yüzde 40’ı ile turizm yatırımlarının çoğunluğu da öyle. Güney’de terk ettiğimiz yaklaşık 400 bin dönüm özel mülk araziye karşılık Kuzey’de 1 milyon 500 bin dönüm araziye sahip olmuştuk artık.

Ancak bu çözüm, herkesçe kabul edilmiş doğal bir çözüm olamadı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi dahil alınan uluslar arası onlarca karar, durumu şiddete dayalı bir sonuç olarak algıladıklarını, tarafların yaratacakları bir siyasi çözüm elde edilmediği sürece mevcut durumu meşru saymayacaklarını ilan ettiler ve bunda direttiler. Nihayet 1977 yılında Rum lider Makarios ile Kıbrıslı Türk lider Denktaş arasında iki toplumlu, iki bölgeli yeni bir federal devletin kurulabileceği yönünde ortak bir deklerasyon yayınlandı. Bu sonuç, Birleşmiş Milletler’ce kabul gördü ve bu yönde arayışlar için toplumlararası görüşmeler başlamış oldu.

Bu tarihten tam 39 yıl sonra geçtiğimiz hafta, 18 ay süren ön hazırlıklar sonucu kalıcı anlaşmaya varmak üzere İsviçre’de gerçekleştirilen liderler zirvesi, beklenmedik bir aşamada ve geriye hayal kırıklıkları bırakarak sonlandı. Görüşmelerde gündem, toprakla ilgili kriterlerin belirlenmesi ve yeni bir garanti sisteminin oluşturulması için garantör ülkelerin görüşme tarihlerinin belirlenmesi vardı. Toprakla ilgili kriterler ise kendi içinde 3 başlığa ayrılıyordu. 1- Kıbrıs Türk Devleti’nin idari olarak sahip olacağı toprak oranı. 2- Kıbrıs Türk Devleti’nin idari olarak sahip olacağı sahil şeridi uzunluğu ve 3- idari sınır bölgelerinin belirlenmesinden sonra Kıbrıs Rum Devleti’ne kalacak bölgelere yerleştirilecek Rum göçmen sayısının belirlenmesi. Bu üç başlık altında eğer bir ilerleme sağlanırsa, taraflar öngördükleri haritaları karşılıklı olarak sunacaklar ve uluslar arası toplantının tarihini belirleyip nihai haritanın garantiler konusu ile birlikte belirlenmesini bekleyecekler. Bu üç konunun özellikle sonuncusunda yani iade edilecek bölgelere yerleştirilecek Rum göçmen sayısında ortaya çıkan anlaşmazlık sonucu görüşmeler çöktü. Rum heyetine göre Türk tarafı bu konuda Birleşmiş Milletler’in belirlediği alt limitlerin çok altında bir rakam vererek toplantıyı sabote etti, Türk tarafına göre ise geriden gelen bir sorun olan dönüşümlü başkanlık sisteminin netliğe kavuşmadan uluslar arası toplantıya geçmek kabulü mümkün olmadığı için toplantı başarısız oldu.

Kim Ne İstedi? Kim Ne Verdi?

Rum lider Anastasiadis’e göre, Türk heyeti Kıbrıs Türk Devleti’nin kontrol edeceği alanın yüzde 29.2 olmasını önerdi. Kendileri ise yüzde

28.2 önererek kendi ifadesine göre “bir ilke anlaşmasına varıldı.”

Yine Rum lidere göre, Kıbrıs Türk Devleti’nin yönetiminde kalacak “ sahil şeridi konusunda cesaret verici göstergeler ortaya çıktı.” İade edilecek bölgelere yerleştirilmesi öngörülen Rum göçmen nüfusu ile ilgili olarak ise Türk tarafı “hayal kırıklığı ve kabul edilemez durum” yarattı. Neden böyle oldu? Çünkü iade edilecek topraklara dönecek Rum nüfus ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler toplantıya hazırlık yaparak geldi ve bu rakamın en az 78 bin 247, en çok 94 bin

484 olabileceğini söyledi. Bu rakamlara ise, savaştan bir yıl önce

1973 yılında yapılan nüfus sayımı ile iade edilmesi muhtemel yerleşim yerlerindeki nüfusu karşılaştırarak ulaşıldı. Rum heyeti bu rakamları tartışılabilir bulduğunu açıkladı ancak Türk heyeti, bu rakamın en fazla 65 bin olabileceğini ileri sürdü. Taraflar pozisyonlarında ısrarcı olunca toplantı kilitlendi ve son buldu. Kısacası Mont Pelerin zirvesi, dönüşümlü başkanlık konusundaki belirsizlik ve idari sınırları belirleyecek sınır çizgisinin hangi yerleşim yerlerini kapsayacağı konusundaki anlaşmazlık sonucu çöktü.

 Toprak Satın Alınabilir mi?

Bulunacak bir çözümde adanın en az yüzde 28.2 lik bir bölümünü yönetecek olan ve Kuzey’e yerleşecek Rum nüfus ile sahip olabilecekleri toprak miktarının sınırlanacağı şartlarda bile toprak konusunun bu derecede kutsanması eskiden gelen bir alışkanlık ve Kuzey’de son derecede yaygın. Sınırlamalara rağmen “topraklarımızı satın alacaklar bizi toprağı olmayan devlet” durumuna düşürecekler diyenler var. Bu görüşe inanan ve endişe besleyen oldukça yaygın bir kesim var. Ancak bu görüşü Kıbrıslı Türklerin çıkarcılığı olarak yorumlayanlar da var. “Alınmış galınmıştır” diyerek faturayı başkalarının ödemesi gerektiğine inandığımızı söyleyenler var. Nitekim Taşınmaz Mal Komisyonu’nun yayınlamış olduğu bülten, bu görüşte olanları haklı çıkarıyor. Kuzey’de kalan mallarını KKTC makamlarına satmak için komisyona baş vuran Rumların durumu ile ilgili olarak komisyon yayınladığı son raporda şöyle diyor:

“23 Kasım 2016 itibariyle, Komisyona toplam 6 bin 306 adet başvuru yapılmış ve bunlardan 780 tanesi dostane çözüm yoluyla ve 25 tanesi de duruşma yoluyla sonuçlandırılmıştır. Komisyon, şu ana kadar başvuranlara mallarının bedeli olarak 227 milyon 954 bin 904.- Sterlin tazminat ödemiştir. Ayrıca, bir başvuru için iade, iki başvuru için takas ve tazminat, beş başvuru için de iade ve tazminat kararı verilmiştir. Bir başvuru için çözümden sonra iade ve bir başvuruda da kısmi iade doğrultusunda karar verilmiştir.”

Rapordan da anlaşılacağı gibi toplam 6 bin 306 aile, ( ortalama 3 ile çarpılırsa yaklaşık 19 bin kişi ) çözüm olasılığında bile tazmin edilmeleri karşılığında Kuzey’le hiçbir bağlarının kalmamasına şimdiden razılar. Buna karşılık biz sadece 780 aile ile dostane çözüm yaratabilmişiz. Çözüm sağladığımız bu insanların malları ise muhtemelen emlak piyasasında değeri yüksek olan alanlar. Yani, çözümden önce toprakla ilişkili endişelerimizi bir ölçüde de olsa giderebilecek fırsatları değerlendirme taraftarı olmamışız. Faturayı başkalarının (Türkiye’nin) ödemesini beklemişiz. Şimdilik geçerli olan ama yarın ne olacağı belli olmayan orta sınıf statümüzün ilelebet süreceği zannına kapılmışız.

Son Söz…

Yıllar önce “bu Girne bizim olması lazım orada liman var” diyen Mülazim Usta’nın Girne’si şimdi bizde. Tıpkı adanın sahillerinin yarısı bizde olduğu gibi. Ama Mülazim Usta’nın öngörüleri tutmamış, bir toplumun geleceğinin sadece toprakla ilgili olmadığı anlaşılmış.

Bolca topraklara sahip oluşumuzun üzerinden geçen 42 yılın sonunda, bütün dünyadan dışlanmışlığa, çökmüş, berbat hizmet edemeyen bir kamu idaresine, kendine yetmeyen, ayakta duramayan ve spekülasyonlarla beslenen bir ekonomiye kalmışız. 4 milyar 500 milyon Dolar’ı Türkiye’ye, 1 milyar 500 milyon Dolar’ı finans kuruluşlarına olmak üzere gayrı safi milli hasılamızın tam iki katı olan 6 milyar Dolar borç takmışız. Ensemizden tuttukları eli bırakacak olsalar bir çuval gibi yere yığılacak hale gelmişiz. Biz toprak tartışması yaptığımız bu günlerde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı şöyle demiş:

 “Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti bu şekilde devam etmek istemiyorsa Türkiye’nin bir vilayeti olur yoluna devam eder. Kıbrıs’ın bir olması, Türk-İslam kimliğinin katledilmesi demek olur. Bakın adada elektriği veren biziz, suyu da veren biziz. Ekonomik bütün dinamikler Türkiye üzerinden şekilleniyor ama hala Avrupa Birliği bize İngiliz propagandası yapmaya çalışıyor. İmam hatip lisesi kapatılmaya çalışılıyor. Türk okulları kapatılmaya çalışılıyor. Bunun arkasında kimler var?”

Şimdi düşünme zamanı. Ama sadece liderlerin değil herkesin.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar