An şimdi ellerimde, dehşetin cenini kımıldıyor
azot dönüyor gökten toprağa, topraktan göğe
nasıl sevdalanmışsam meğer sana ey kavga
tıpkı sevdalandığım gibi ölmeye..
(Küçük İskender)
Uzaklardan,düşsüzlüğü sürdüğün o karanlık ülkenin loş sokaklarından, soğuk mahallelerin sana benzemeyensuratlarından duyuldu sesin. Avludaki limon ağaçlarının gözlerini gömdüğüm topraklar eşelendi haberinle. Sen şiir bilir miydin, sever miydin?
Sanmam! Eğer sevseydin,olsa olsa Attila İlhan’ın
“Ne zaman dönmeyi düşünsem yangın çıkıyor
Ya da erteletiyorum biletimi son anda”
diyen dizelerini severdin. Kocaman gülümsemenle, basit çözümler getirirdin en derin hesaplara. Bu gece haberin gelirken kontörlü anların uzaklığından emanet bir şiir yükledim ruhuna. Vedalaşmadığın hayatının teğet geçtiği sayfaları önümde şimdi. O sayfalar ki çocukluğuma gebe. O sayfalar ki Aralık’ların tanığı.Sanığı, yüzümün gizli yalnızlığı. Hüznümün en koyu karanlığı. Bu gece bilinç kör, nefret pusuda, sevda sağır, vefa tek başına… Ne çok eksik var şimdi, ne çok fazla. Yaşananlar kıvamlı, ilişkiler karbon kağıtlı, dudaklar jöleli,bakışlar hileli, dostluk eski bir saçak altında. Yoksulluk edebiyatını anımsatan eski bir hikaye var şimdi içimde. Açlık, çöplük romanlarını okuma duygusu. Akıl denen cini lambanın içinde boğma dürtüsü… Şimdi durduğun yer uzaklığın merkezi midir? O merkez en ucu mudur vuslatsızlığın? Hala zar atarmısın en derin özlemlerin öldürücülüğüne?
“mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan”
diyor yine A. İlhan. Senin kaç renk geçti kimliksizliğinin üstünden? Baksana bu gecene kadar da düz acılarım. İnsan işte ne yaparsın?. Edasız, kafiyesiz, renksiz,şekilsiz bir düzlükten bakakalır ansızın. Bak işte tüm makyajlarımı çıkartmak için acıttım yüzümü, beceremedim. Tuzla buz oldu yılların örtüsü, yeni bir elbise giydiremedim. Aynaların yüzüne kara çarşaf attım, kitaplardaki kahramanlarları çağıramadım. Ama sen, giderken emanet verdiğim o dizeyi unutma. Bir feslikan kes, bir ağı değneği kopar, biravuç gonnara al yanına. Hatta azgan dikeni, hatta sütleğen bulursan, biraz mersin, defne, götür…Bilirim hasretsin Beşparmaklar’a… Bir nefes çek, biraz Menevi, biraz Larnaka, biraz Mormenekşe koksun.
Haberler okunuyor. Törenler, istifalar, ittifaklar, maaş alamayanlar, ne çok haber-siz insanlıktan. Bayrak ve millet, ülke ve milliyet hep birilerinin tekelinde ve birilerinin belirlediği kuralların gölgesinde hala. Evet düşünceler içeriğe göre değil sonuçlara göre yön buluyor baksana. Kitaplar bile sansasyonlar sonucu moda oluyor. Sanatçılar tek bir eseri okunmadan köşede-bucakta malzeme konusu olur…Yani diyesim her kafadan yükselen sesler devam ediyor…
Efil efil özlem kokan bir hava doldu odaya. Bir yalnız adam çömeldi karşı kaldırıma. Bir baykuş kondu tele. Bir Hazan vurdu yüzüme… Yine bir nihavend başladı radyodan. Şimdi haberler okunuyor… Sözü boşa uzatıyorum. Biliyorum gidiyorsun… “Hoşcakal”ım sana emanet olsun..
HOŞCA KAL!
Hoşça kal, ölgün yanan ocak, ağzımdaki nane, soframdaki tuz,
Çayımdaki tarçın, rakımdaki buz
Hoşça kal çürük dişli gecelerin ağrı kesicileri
Hoşça kal, “Besmele” ile başlanıp “Amin” denmeden biten
Boğazıma takılan zeytin, ekmek ve aş(k)
Hoşça kal, yutkunup, yutkunup yutamadığım telaş
Köpüklü kahvem, kana kana içtiğim suyum
Hoşça kal dikenli sözlerim, huyum, huysuzluğum
deniz feneri, meltem, asmadaki üzüm, yere saçılan nar
Hoşça kal içimde derin yar(a)lar açan yar
Nergis satan çocuklara el eden rüzgar
Hoşça kal
Larnaka’daki martı, Limasol’daki zeytin Trodoslar’daki kiraz
Hoşça kal sonbahar güneşi, yennar üşümesi
Mesarya’dan daha kurak coğrafyamın
Makiden bodur cümlesi
Hoşça kal!
Seferi bir aşkın geçmiş zaman hikayesi
—————–
Ben, bütün sınavlardan
İkmale kalmış
Yaşamın tembel öğrencisi
Hazırlanamadığı dersleri,
Öğrenemediği sonuçları
BÜ-TÜN-LE-YE-ME-YEN
Ben, sınıfta tek ayak cezası verilecekken
İdam sehpası önüne itilen
Temiz kağıdı alamamış bir sicilin
Rüya püskürtücüsü
Sevda ürkütücüsü
Şiir üfürükçüsü
Suya yazdığı sözcüklerin
Kafa ütücüsü
Ben, yalan bir öğretinin
Belini bükecekken
Karnesinde/ kalbinde onca kırıkla
İkmale kalan
Kelimelerini alıp başına çalan
Uzak, tenha, soğuk ve fakir mahallelerin
Ayazda yaşayan çocuğu
Öğrendiklerini
Yazdığı aptal şiirlere yükleyen
Başarısız talebe
Ben, okula hep geç kalan
Oyunlarda yaralanan
Dizleri kanayınca
Düşleri ağrıyan
Şarkıların nakarında
Ufalanan bir çocuğun
Yüzü karalanmış resmi
İmzası eksik bir belgenin
Gayrı resmi işlemi
Ben, hep yanlış sınavlara hazırlanan
Teneffüslerde yemiş yerine oksijen arayan
Hayatın tembel, sümsük, başarısız öğrencisi
Nere dönsem duvar
Kimse çarpsam Çin Seddi…
B.B
ZAMANA KAZILI SATIRLAR
YASEMİN KOKUSU
Kokular ve insanlar , kokular ve şehirler, kokular ve ülkeler ne kadar da iç içeler… Bir yerdeki kokular değişirse aslında insanları değil midir değişen? Bir yerde kokular korkutursa, oralarda yaşam “korkulacak” bir hal almış demek değil midir? Bir koku gidince sokaklar, sokaklarında yürüyenler, şehirler de başkalaşmıştır artık. O insanlarla, o kokular, o şehirlerle o yollar, o ülke ve sokaklar değişirse artık her şey değişmiş ve yitirilmiştir. Bu da, bizi biz yapan her şeyin yitmesi de demek değil midir? Ben, kendi kokularıma sahip çıkmak istiyorum. Onu sakınmak, korumak istiyorum. Kendimi, çocuklarımı, ailemi, sokağımı, evimi, ağacımı, şarkımı, ülkemi kaybetmemek adına, yüz sürdüğüm, toprağımın, Larnaka’da anılarımızı saklayan tahta iskelenin, kokusunu bana teslim eden nenemin, avlumuzdaki yasemin kokularıyla büyüyen oğullarımın hatırına kokularımı korumak istiyorum…
Çocukluğuma beni geri döndüren, o masum, ellenmemiş yıllara dönmemi sağlayan en güzel kokudur YASEMİN KOKUSU… O kokuda neler yoktur ki? O koku, kimlerin aşklarını, kimlerin sevdalarını anlatmadı ki? O koku hangi acıya, hangi korkuya şahitlik etmedi ki? Arabalarımızın dikiz aynalarına asılan yaseminlerle nice yolculuklar yaptık. Nice yollar aştık. Nice kavuşmlar yaşattı bize… Çocukluğumda yaseminden taçlar takardım hep saçlarıma. Yaptığım topuzların etrafina dizdiğim o yaseminle “yasemin kokan bir çocukluğu” annemden teslim alarak büyüdüm ve geldim bugünüme… Yasemin kokan çocuklara gebe kaldım. Yasemin kokan çocuklar doğurdum, taşıdığım ve sahip olduğum en güzel genlerle… Nenemin itinayla ipliğe dizdiği yaseminleri boynuna astığı zaman dedemin yüzünün aldığı anlamını hiç unutmadım. Boynundaki yaseminleri okşarken uzaklara dalışını hiç aklımdan çıkarmadım. Yasemini koklamasında öyle büyük bir buluşma yaşardı ki dedem, aslında sadece bir çiçekle değil, geçmişi, kaybettikleri, kazandıkları, sahip oldukları, sevdikleri, dağı lie, taşı ile, toprağı, böceği ile buluştuğunu düşünürdüm hep…Bu adanın çiçeğinin, nice ateşli gecelere yoldaşlık eden, nice şiirlerden daha cok şiirleşebilen, nice şarkıdan daha çok şarkı barındıran yaseminin her Kıbrıslı için anlamı ayni değil midir?
O yasemin ki, çeyizimi düzen annemin, neneme “yaseminden suyu olsun’ diyerek tarif ettiği dantellerde yaşamaktadır hala… O yasemin ki, modanın örtülere direnerek sakız gibi yastık başlıklarımızda saçlarımızı okşamaktadır inatla. Tığlarla ince – ince, ilmek – ilmek, bir aşkı örer, bir sevdayı büyütür gibi işlenen, oyalı çemberlerinde, buruş – buruş, o dünya güzeli yüzlerde yaşayan yasemin… Yasemin demek, Kıbrıs demek, bitmeyen bir sevda demek. Yasemin demek “ada” demek, ovalardan kokusunun anlamını bilmek demek… Yasemin demek, bir geçmişe sahip çıkmak demektir…