RAİF DENKTAŞ... YARIM KALMIŞ BİR ARAYIŞ... - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 18, 2024
Poli

RAİF DENKTAŞ… YARIM KALMIŞ BİR ARAYIŞ…

Yaşasaydı bugün 67 yaşında olacaktı.

Ben Raif’i hep yarım kalmış bir hayat olarak düşünürüm. Başladığı bir işi bitiremeden, ürettiklerini uygulama fırsatı bulmadan, en önemlisi düşüncelerini daha anlatamadan…


Çok yazı yazıldı arkasından. Çok araştıran, yazdıklarını kitaplaştıran oldu. Ama ne yazık ki, kısacık yaşamında bu ülke ve insanı için ürettiklerini anlayan çok olmadı…

Kıbrıs’ın Kuzey’inde, 1974’le gelen özgürlük ve varlık döneminin, devleti yönetenlerin elinde “Ricayla Yaşama Düzeni”ne düzenine döndürüldüğünü söylerdi. Bu sözü kaldı bir tek akıllarda. Her kesimden siyasetçi bunu kullandı, doğruluğunu iddia etti ama, o düzeni değiştirmeye kimse yanaşmadı. Çünkü bu ülkede hala varolan feodal anlayış, eş-dost-akraba-yandaş ilişkisine dayalı siyaset, elinde devlet olanaklarını tutan siyasetçi için bulunmaz bir fırsat yaratıyordu. Sonuçta bu da vatandaşı, devlet önünde “ricacı” kılıyordu…

Onun yaşadığı dönem, rantların zirve yaptığı dönemdi. İstese o da siyasetteki diğer bir çok örnek gibi bu fırsattan yararlanabilirdi. Ama ne kişisel ne de partisel açıdan rantın yüzüne baktı. Yararlanmayı hiç düşünmedi. Hani Tasavvufta düşünce adamı dervişler için “bir lokma bir hırka” derler ya, tam da onlardandı… Kimsesiz, muhtaç birine evde kullanılmakta olan tek gazocağını götürüp verecek kadar…

Aslında benim Raif’le ilgili anlatmak istediğim, onun çocukluğundan itibaren yaşadığı mücadele içinde kendini bulduğu “Arayış”tır…

Raif Denktaş, bir düşünürdü, ideoloji adamıydı. Deli gibi tutkunu olduğu ülkesinin geleceğinden endişe duyardı. Yaşadığı ortama, adaletsizliğe, umursamazlığa, çıkarcılığa isyan ederdi. Okurdu, değerlendirirdi, ama ideali, hepsini kendi ülkesine uyarlayıp bir model yaratmaktı. Daha da önemlisi, bu modeli en kısa sürede hayata geçirmekti. Bunun yolu da siyasetti tabii ki.
Ülke yönetimini de, siyasetini de ama en çok da toplumun ‘kolaycı, kısayolcu, faydacı’ tutumunu acımasızca eleştirirdi. Ne öngörü. Bugün hala aynı şeyi eleştiriyoruz…
Dürüsttü, dümdüzdü. Yalan söylediğini gören, duyan olmadı. Nabza göre şerbet verdiğini de. Bu özelliğiyle de Kıbrıs Türk siyaset yapısına aykırı bir politikacıydı.

Taa, 1967’de daha 16 yaşında bir çocukken, Ankara’da sürgünde radyodan hem Kıbrıs’ta olup bitenleri, ama bir yandan da Türkiye İşçi Partisi milletvekillerinin konuşmalarını dikkatle takip eden bir çocuk.

Neler olduğunu anlamaya çalışan, o yaşında “arkadaşlarım mücahit olmuştu, Ankara’da kalıp beklemek zoruma gidiyordu” diyen, döner dönmez, 22 bölüğe müracaat edip öğrenci-mücahit olan bir çocuk…

****

Öğrencilik yıllarımızda, yani 1970’lerde Türkiye’de kan gövdeyi götürürken, benim gözümde tam bir “Kıbrıs milliyetçisi” olan Raif, Türkiye’de milliyetçi kesimlere yakın duruyordu. Yaşam tarzı, her ne kadar onların çoğunun geldikleri sosyal sınıfın gereklerine uygun olmasa da, Rauf Denktaş gibi bir milliyetçinin oğlunun, daha 20’li yaşlarının başında başka türlü davranması beklenmezdi…

Sonradan düşünmüşümdür… Anadolu rock hayranıydı. Bu tarzda besteler yaptı… Malum bu akım protest bir akımdı. İçinde isyan vardı. Acaba Anadolu rock’ın ruhu mu onu isyankar yaptı, yoksa haksızlığa dayanamayan bir ruhu mu vardı? Herhalde ikincisi… Yaşadıklarına bakınca o anlaşılıyor.

ODTÜ’den döndükten sonra 1980’e kadar yayınladığı Zaman gazetesinde ve UBP milletvekili olduğu yıllarda bu görüşün etkisi devam etti… Zaman’da kendi adıyla yazdıklarının dışında, “Ülkü Cem” imzasıyla yazdığı yazılarda da, önceliğinin Kıbrıs konusu olduğu görülür. Tezlerinde de, Denktaş ekolünün bire bir izleri vardır.

Örneğin, 22 Şubat 1974 tarihli Zaman gazetesinde yazdığı yazıda şöyle diyor; “Toplumumuzu Makarios’un arzu ettiği bir psikolojik ortama sokmak isteyen, yani ‘Rum Megali İdea’dan vazgeçti, vazgeçer hayalini benimsemek isteyen İhsan Ali’nin sevgilileri, bizim için gerçek kurtuluş olan ‘Milli Ülkü’yü de hayal olarak göstermek çabasındadırlar. Ne diyorlar, diyorlar ki; ‘Kıbrıs Türk toplumunun Türkiye ile bağlarını pekiştirmesi bir şey getirmez; Rumlara yanaşmamız lazımdır’… Diyorlar ki; ‘milliyetçilik zararlıdır, Kıbrıs milleti(!) yaratılmalıdır, bunun da çaresi, Türklerin Türklükten vazgeçmesidir’… Bu cemaat, bu beylerin de dönüp Rumlara ‘Rumluğunuzdan vaz geçiniz’ dediğini, ne yazıktır ki, hiç duymamıştır…”. Bu sözleri bir yere not edelim ve en son günlerinde yazdıklarıyla mukayese edelim…

1974 sonrasında CTP içinde ciddi bir kaynamaya sebep olan, AKEL ile ilişkiler tartışmalarına kendisi de Zaman gazetesinde müdahil oluyor… “AKEL enosisçi midir, değil midir” tartışması, CTP’nin özellikle gençlik örgütlerinden bir çok ismin partiden ayrılmasına neden olmuştur.

***

Ben Raif’i 1980’de yakından tanıdım. Zaman’ı yayınlamaya son vermek üzereydi. Enformasyon Dairesi’nde çalışırken, haftalık Kuzey Kıbrıs’ı çıkarttığım dönem. O güne kadar Halkın Sesi’nde tipo olarak basılan Kuzey Kıbrıs’ı, Zaman’ın getirttiği off-set makinada basmaya karar verilmişti. O vesileyle tanıştık. İlk intibam, sürekli kitap okuyan biri olmasıydı. Matbaaya giren, çıkan, havadan sudan konuşmalar yapan kimse onu ilgilendirmezdi, elindeki kitabı okumaya devam ederdi. Sanırım o büyük arayış, o yıllarda başlamıştı.

O güne kadar sadece milliyetçilik ve “Kıbrıs Türk davası” olarak şekillenen, çoğu zaman gerçekten katı ve sert olan yaklaşımlarının yerini, daha olgun, daha eleştirel, daha esnek bir duruş almaya başlamıştır…

Artık sadece Rum-Türk meseleleriyle uğraşmak yerine, daha evrensel değerlerden, yönetim felsefelerinden,  siyasi akımlardan bahseder hale gelmiştir. Bunun nedeni de yine, Kıbrıs Türk iç siyasetinin dönüştüğü gerçekten sevimsiz, ama ne yazık ki taa bugünlere taşıdığımız durumdur.

“Kıbrıs konusunun” hayatın odağında olduğu yıllar o yıllar. İçte bir dağıtım, üleşim furyası üstüne kurulmuş, sorunların ikinci plana itildiği, hangi siyasi, hangi sosyal, hangi ekonomik temelde, nasıl bir ülke yaratılacağının fazla kurcalanmadığı bir yönetim anlayışı… Sanki herşey Kıbrıs meselesine bağlıymış gibi bir durum. Onu dışında bir gelecek öngörülmemiş. Sahip olunan kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi… Oysa adaletsizlik ve yanlışlar almış başını gitmiş… Zamanın CHP yönetiminin gönderdiği “devletçi” ekolden uzmanların sosyal ve ekonomik alanlarda yapılacak işlere yön verdiği bir dönem.

Raif Denktaş, yıllar sonra bunu şöyle eleştiriyor; “Bir türlü kendimizi anlatamadık. Çünkü öyle bir mücadele yaşadık ki, anlatmaya gerek yok sandık. Gün gibi ortada, anlatmalıymışız… Bu toplum menfaatçi değildir, özde paracı değildir. Tüccar bir toplum da değildir, o korkunç talep olmasa… Eğer üretime yöneltilseydi, bugün üretici bir toplumdu. KİT dendi, Holding dendi, Kıbrıs Türküne kendi kendine sahip çıkma fırsatı verilmedi”. (20 Temmuz 1983 Yön Gazetesi)

Yönetimde o yıllarda tek parti UBP’ydi. “Siyasi otoriteyi ele geçiren kasaba politikacılarının, devlet eliyle kişi zengin etmekten başka bir şey bilmeyişlerinden doğan bireycilik… KTFD hükümetinin iktidarda kalmak ve devlet olanaklarını eşe dosta dağıtmaktan başka politikası olmadığı herkesçe bilinmektedir. Bu şekilde suistimaller ülkesi haline getirilen KTFD’nin dünyada itibarından bahsetmek komik olur”. (6 Mayıs 1983 Yön)

Parti içinde Lefkoşa İlçe Başkanı olan Hasan Nidai Mesutoğlu, Özkul Özyiğit, Osman Özdemir ve Gençlik Kollarından daha sonra SDP’yi birlikte kuracakları üyelerle “Kemalist Devrimci Muhalefet Grubu”nu oluşturdular. Grubu bir ‘düşün’ hareketi olarak görmekteydi. Sadece UBP içinden değil, hatta daha çok dıştan ve özellikle AKEL tartışması nedeniyle CTP’den kopan bazı gençlerle birlikte bir hareket oluşturmak niyetindeydi.

Bu hareket, UBP’nin siyaset anlayışına uygun değildi. Doğal olarak da büyük tepki aldı. Hiç beklemediler.

1981 seçimlerinde aday adaylığı seçiminde doğrudan ‘kesildi’… Hem kendisi, hem de Hasan Nidai Mesutoğlu. 18 kişilik liste kazanırken, Mesutoğlu 19., Raif Denktaş 20. sırada çıktı. Listeye en sondan giren Ramiz Manyera’ydı. O gece UBP Genel Merkezi’nin balkonunda, “Bırakın ‘çocuk’ kazansın, ben çekilirim” dediğini hatırlıyorum.

Sonraları Yön gazetesinde 11 Mart 1985’de bu dönemi şöyle anlatıyor; “1981 öncesinde iktidarın kötü gidişine ve toplumdan koparak oluşma sürecindeki bir ‘yeni zengin’ sınıfa kapılanmasına, toplumun geneline değil,  kişilere ve bölük pörçük zümrelere ‘hizmet’ (!) etmesine karşı başkaldırdığım süre içinde, ‘sorun’ yapılmıştım. Sanki ben olmasam her şey güzeldi. Dahası, Devlet Başkanı için ‘sorun’ yapılmaya çalışılmıştım. Kendimce bir karar vererek aradan çekildim, gittim tahsilimi geliştirdim”…

***

1981’de Oxford Üniversitesi’ne gitti. Siyasal Bilimler eğitimini tamamladı ve Siyaset Sosyolojisi doktorasına başladı. Doktora tezinin konusunu şöyle anlatıyor; “Ekonomide isyanın bütün şartlarını bir avuç mutlu azınlık ile içiçe girip yaratacaksın; toplum isyan noktasına geldi mi de,  işi sadece ‘vatanı bölmek isteyen kahpe komünistler’ ile ‘birbirleriyle anlaşamayan gafil siyasi partiler’ nedenine bağlayacaksın… ‘Sosyal Demokrasi’yi  yabancı ideoloji sayıp, ‘ekonomik liberalizmi’ milli (!) addedecek, sesini çıkartmayacaksın… Bu benim tez çalışmamın konusu. Nasip olursa tamamlar sunarız bir gün inşallah”… (14 Temmuz 1984- Söz)

Oxford günlerinde de memleketten, bir şeyler yapma gailesinden hiç kopmadı. Önce 1982 Mayıs’ında  bir grup aydınla Yurtsever Aydınlar Birliği’ni kurdu. Amacını da şöyle ortaya koyuyor; “Gelip de bu toplum içinde ot gibi, ilgisiz duramazdım. Toplumun en büyük ihtiyacı, yeniden sosyal bir duyarlılık kazanmasıydı. Bunu görüyordum. Yurtsever Aydınlar Birliği’nin çağrısını yaparken, bunları düşünüyordum” (11 Mart 1985 Yön)

Birliğin kurucuları arasındaydım. Dernek kapsamına girdiği için, memurlara yasak olmasa da, pratikte öyle değildi tabii. Sarı basın kartı sahibi bir basın mensubu olduğum halde, evime telefon bağlatamadım yıllarca. Telefon bile “ricayla”, “icazetle” alınırdı. Sosyal konut müracaatında da aynı durum… Kadro, terfi konularından hiç bahsetmeyelim. Resmen lanetliydik. CTP, TKP mensupları da aynı baskıları gördüler, ama sanırım bizimki çok daha beterdi. Ve kim ne derse desin o dönem UBP dışındaki kesimlere yapılan baskının ağırlığı, sonraki dönemlerle mukayese edilemez. Bugün “emekli” olan ağır abiler tarafından fişlendiniz mi, hiç bir şekilde işiniz olmazdı. Aynı şeyleri SDP döneminde de yaşadık.

Yurtsever Aydınlar Birliği, bir aşamaydı aslında. Birliğin üyeleriyle 1982’de bu kez de Sosyal Demokrat Parti kuruldu. Partinin genel başkanı yoktu. Genel Sekreter ve yardımcıları vardı. Bu yapı, Raif Denktaş’ın her zaman bir adım geride durma prensibinin bir parçasıydı. Kurma aşamasında, son ana kadar partinin adının “Vatan Partisi” olması düşünülmüş, programı, tüzüğü buna göre hazırlanmıştı. Raif Denktaş dışındakilerin “Sosyal Demokrat” isminde ısrar etmelerine karşın Denktaş, her nedense bu ideolojik tanımı partinin adında istemiyordu. Son an geldiğinde, arkadaşlarının istediği oldu ve Sosyal Demokrat Parti 30 Aralık 1982’de kuruldu.

“Kıbrıs Türkünün yeni nesillerinin Kıbrıs’ta özgür ve sosyal adalete dayalı, insancıl bir düzende yaşayıp kalkınabilmesi, mevcut ve söz sahibi partilerin ruhsuz ve idealsiz yöneticileri tarafından kısır düşünceler ve şahsi hesaplarla engellenmektedir…. Partilerin yönetici klikleri, partileri kendi ihtirasları için, o partilere gönül vermiş yurttaşlardan kopararak, delege oyunlarıyla kendi sultanlıklarını kurma yoluna gitmişlerdir” tespitinden sonra, “toplumun kaderini değiştirecek, çağdaş bir düzen ve sosyal adalet” ana hedefi vurgulandı.

Bu dönem, Oxford’da eğitimi devam eden Raif Denktaş, Katılımcı Sosyal Demokrasi kuramı üzerinde sürekli çalışıyor ve yazıyor… Oxford yılları, Raif’in “Arayış” dönemi için çok önemlidir.

Kendisinin söylediğine göre, Üniversiteden hocası olan David Owen’in Sosyal Demokrasi konusuna yoğunlaşmasında etkisi büyüktür. Malum David Owen, İşçi Partisi’nden ayrılarak İngiltere’de Sosyal Demokrat Parti’yi kurmuş, uzun yıllar başkanlığını yapmıştır.

Yalnız Raif Denktaş’ın Sosyal Demokrasi teorisi, “Kemalisttir”…

Bu ülke için öngördüğü; Kemalizmin “bağımsızlık, özgürlük ve egemenlik” prensipleri temelinde bir sosyal demokrasiydi. Yani “egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir”, “emek en yüce değerdir” düsturları üzerine, doğrudan, çoğulcu, katılımcı demokrasi…

Ama öyle körü körüne, doktriner Atatürkçülük değil. Bakın nasıl izah ediyor; “Atatürk’ten sonra gelen nesiller, Atatürkçülüğün içini boşalttılar. Bırakın çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmayı, ‘sivil toplum’ olmayı, ‘çağdaş’ kelimesini tabu haline getirdiler. Atatürk’ü heykel ve büst yaptılar, ama düşüncesini unuttular, unutturdular. Bugün söz ve eylemlerini tekrarlayacak olsanız, sizi ‘vatan haini’ çıkarabilirler.(30 Ekim 1984 Yön)

Esas vurgu da şu; “Kemalizm ile Sosyal Demokrasi bağdaşır mı? Gördük ki, Sosyal Demokrasi, Kemalizmin gereğidir…. Şimdi Kuzey Kıbrıs’a gelelim. Bu düzen yağma Hasan’ın böreği düzenidir. Cevizcinin kesesinden hovardalık etme düzenidir. Bu düzen adaletsizliğin sistemleştiği düzendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın mücahidiyle, kaçağının, jurnalcisinin bir tutulduğu düzendir. Bu düzen RİCAYLA YAŞAMA DÜZENİDİR… Halkın dava bilincinin politik istismar meta yapılarak ‘lilli’ davasına sermaye yapıldığı dönemdir. Biz diyoruz ki, Bağımsızlık İlanı bir KEMALİST DEVRİM olmalıdır” (1 Temmuz 1983 Yön)

Bunu yazdığı günler, Self Determinasyon Hareketi’nin başladığı günler. Yani KKTC’nin ilanı öncesi. Yeni devletin ideolojisinin de yeni olacağını hayal ediyor. O günlerde hem Yön’de, hem Söz gazetesinde, hem kendi çıkarttığı Arayış’da, hem de Arayış başlığı altında Bozkurt gazetesinde, zaman zaman Halkın Sesi’nde sürekli yazıyor, anlatıyor… Belki de bu nedenledir ki, Denktaş muhalifi Arif Hasan Tahsin, Şener Levent gibi bir çok isim, self-determinasyon hareketi içinde yeralıyor, fikir üretiyor.

Gerçek bir hukuk devletinde, halkın yönetime yerel yönetimler ve sivil toplum örgütleriyle doğrudan katıldığı  ve kendi kendini yönettiği, kalkınma odaklı bir model…

Bizde geçerli olan Temsiliyetçi Demokrasi’de, siyasi partilerin halkı örgütlemediğine, yönetime doğrudan katılımını sağlamadığına inanıyor. Aksine siyasi partilerde örgütlenmenin sadece tavanda geliştiğini, halkın politik haklarını milletvekillerine devrettiğini ve bu suretle “partilerin demir oligarşisinin” oluştuğunu söylüyor. “Düşünen her okuyucu, dünyada Temsiliyetçi Demokrasi sisteminin işleyişine ilişkin özellikleri Kuzey Kıbrıs’a indirgeyebilir ve bunun bir de Kıbrıs’ın durumuna ve KTFD’nin idaresine nasıl yansıdığını ekleyerek, demokrasiden ne kadar uzak bir sistem içinde yaşadığımızı ölçebilir” (12 Ağustos 1982 Halkın Sesi).

O’na göre, bizde de geçerli olan sistem, vatandaşı “karıncalaştırıyor”, sosyal devletten uzaklaşıyor…

***

Alternatif: Katılmcı Sosyal Demokrasi…

Bu sistemi, “Vatandaşın, toplum içinde yetkisini tanımladığı şekilde görevlilere aktarmadığı alanlarda karar almasına, uygulanması ve denetlenmesine katılması” olarak tarif ediyor. Böylece “politikacı” kavramının silineceğini, “bürokrasi” kıskacının daraltılacağını belirtiyor….

Bugün için de hala geçerli olan bir tespiti var. Politikacı-vatandaş ilişkisinin  çoban-koyun ilişkisine dönmesine isyan ediyor. Gerçekleri gören, koyun olmayan bir halk olmasına rağmen, “parti çıkarı” denilerek, gerçeklere göz yumulduğunu vurguluyor.

Önerisi en küçük birim olan belediyelerden başlayan örgütlenme… İlk aşamada, küçük belediyeler birleştiriliyor, güçleniyor. Yapılan yasal değişiklikle belediye meclislerini, muhtarlar ve azaları oluşturuyor. Ayrıca Belediye Meclis seçimleri yapılmıyor. Belediyelerin mali kaynaklarının, yetki ve sorumluluklarının arttırılması gerekiyor. Gençlik Merkezleri, hatta Okul Aile Birlikleri gibi örgütlenmelerin de belediyelerle işbirliği içinde olmasını öngörüyor.

Örgütlenmenin olmadığı yerde, bireylerin ellerindeki paranın tümünü temel tüketim mallarına harcadığını, oysa kar hadleri, pazarlama maliyetleri ve ithalat giderlerini düşük tutmanın örgütlenmeyle yani kooperatifleşmeyle mümkün olacağını şu sözlerle anlatıyor; “Kişi karını Mercedes’e, örgüt karını çocuk yuvasına harcar… Biz, sosyal ihtiyaçlarımızın karşılanmasını, Mercedes sahiplerinin sayısını artırmaya tercih ediyoruz. Önce toplum, sonra birey. Çünkü birey gerçek özgürlüğü, eşitlik içinde tadabilir” (25 Mart 1985 Yön).

***

Sosyal Demokrat Parti’nin kuruluşundan 11 ay sonra da KKTC ilan ediliyor… Self-determinasyon Hareketi içinde, o dönem “bağımsızlık” olarak nitelenen yeni devletin kurulması öncesinde Raif Denktaş görüşleriyle destek veriyor.

Yeni kurulacak devleti “Bağımsız Devlet” olarak niteliyor Raif Denktaş… Genelde de propaganda bu yönde. Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında dünyayı yanılttığını, Kıbrıs Türklerini yalnızlığa ittiğini, devlet olmanın nimetlerini Rum halkına dağıtıp, Kıbrıs Türk toplumunu bütçesi dışında tuttuğunu; artık kendi kaderimizi tayin etme hakkını kullanarak tüm bunlara dur deme zamanı geldiğini savunuyor.

“Kendi vatanında vatansızlığa mahkum edilmek istenen dünyadaki ender halklardan biri olma durumundan kurtulmalıyız” diyor. (13 Mayıs 1983)

Bağımsızlık hareketinin, solculukla, sağcılıkla ilgisi olmadığını, bunun bir yurtseverlik meselesi olduğuna inanıyor. O nedenle de “Ulusal” bir niteliği olması gerektiğini söylüyor.

“Bu aşamada bağımsızlığa karşı çıkmak, kesinlikle solculuk ya da devrimcilikle bağdaştırılamaz. Gerçek solculuk, bir halkın ulusal bağımsızlığına karşı çıkmak değil, aksine bu bağımsızlığı savunmaktır” (28 Mayıs 1983 Yön).

Toplumdaki tüm siyasi kesimleri, bu karara destek vermeye çağırıyor. O kadar çok yazısı var ki, bu noktayı çok fazla önemsediği açık…

O günlerde kurulacak devletin adı henüz belli değil. Anlaşılan Denktaş bey, oğluna da söylememiş. Raif yazılarında, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden söz ediyor.

Ve o devletin, nihai amacının Federal Devlet olduğunu yazılarında sürekli vurguluyor.

 “Kıbrıs için kalıcı çözüm, iki bölgeli ve iki eşit topluma dayalı Federasyondur ve bu amaca ulaşmak için Türk tarafının insiyatif kullanarak, statükoyu korumaya yeğ tutması gerekir. Federasyona ulaşma yolu, Rum tarafının ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasp etmesiyle tıkanıyorsa, bu tıkanıklığın Türk tarafının girişimi ele almasıyla giderilebileceği göz önünde tutulmalıdır” (6 Mayıs 1983 Yön).

Tek çarenin federasyon olduğunu vurgulaması ve ta o günlerde, daha sol jargona girmemişken, “statüko”dan bahsetmesi ne ilginç değil mi?

Yeni devletin de bir ana görevi olacağını söylüyor; “Bu görev, Kuzey Kıbrıs’ı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde(!) ayakta durabilecek şekilde, güçlü bir sosyo-ekonomik yapıya kavuşturmaktır. Bu ne kadar başarılırsa, Kıbrıs’ta barış da o kadar mümkün olacaktır. Ve Eğer Kuzey Kıbrıs bir sosyal sistem ve bir ekonomik düzen olarak sağlam temellere dayandırılmadan bir Federal Cumhuriyet kurulursa, Rum tarafı Türk tarafını hap gibi yutacak, verilmiş olan mücadele sıfırla çarpılmış olacaktır” (6Mayıs 1983 Yön)

İşte en çok önemsediğim öngörü bu… Hala müzakere masalarında Rum’un insiyatifinde sürüklenip gidiyorsak, bu bence ekonomik güçsüzlüğümüzün sonucudur.

***

Burada bir parantez açıp, 1984 Christmas’ından söz etmek gerekir. Rum Gazeteciler Cemiyeti’nin Hilton Otel’de düzenlediği baloya katılır. Şarkılar söyler ve bir konuşma yapar; “Kıbrıs’ta Türkler ve Rumlar geçmişte birbirlerini çok hırpaladılar. Birbirlerine düşmanca milliyetçi duygularla baktılar. Ortak yanları olan Kıbrıslılığı göremediler. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar olarak düşmanca milliyetçilik yerine, dostça yurtseverlik yaklaşımına girelim. Ben 1974’de size karşı savaşmış biriyim.  Tekrar sizinle savaşmak istemiyorum. Ne de çocuklarımın savaşmasını istiyorum.  Onları yurtsever Kıbrıslı Türkler olarak yetiştirmek istiyorum.  Siz ve biz, elimize geçen en küçük fırsatları bile yapıcı bir şekilde  değerlendirerek barış içinde bir Kıbrıs yaratmaya gayret edelim. Bunu biz yapmazsak, kimse bizim için yapmayacaktır”…

Bu balo, Kıbrıs Türk tarafında bir bomba gibi patlatıldı. Ne demek Denktaş’ın oğlu, Rum tarafında bir baloya katılacak, böyle konuşma yapacak, şarkılar söyleyecek….! Kıyamet kopartıldı, iç politikada aranıp da bulunmayan bir malzeme haline getirildi. Hatta “askerden arındırılmış Kıbrıs istedi” bile dediler.

***

Ben Raif’in 1980-85 arasındaki 5 yılını “Arayış” olarak nitelerken,  işte bu yukarıda verdiğim örneklerin tümünden bahsediyorum.

Büyük bir aydınlanma, büyük bir gelişme.

Tarihsel akışa dönersek, 15 Kasım 1983 sabahı da, saat 05.00 civarı evimize telefon ediyor ve “hala uyursunuz” diye bizi haşlıyor. Galiba hayatının en günlerinden biri… Gitanes’ların birini yakıp birini söndürüyor….

KKTC’nin Anayasası’nı hazırlayacak Kurucu Meclis’e, SDP’yi temsilen giriyor. Anayasa’nın tam özgürlükçü ve örgütlü olması için sürekli öneri veriyor. Anayasa’yı Katılımcı Demokrasi’ye açmak önerisi bile var. Komünist veya şeriatçı örgütlenmelerin yasaklanmasının, halkın sağduyusunun engellenmesi olacağını, bu nedenle yasaklanmaması gerektiğini ortaya koyuyor. Bugün hala tartıştığımız seçim sisteminin, 25 milletvekilin dar bölge yöntemiyle, 25’inin de ada geneli için seçilmesi; milletvekili dokunulmazlığının meclisteki konuşmalarla sınırlanması; üçlü kararnameyle atanacak üst kademe  yöneticilerinin sayısının asgariye indirilmesi önerileri de var.

Anayasa hazırlanıyor, bir çok itiraz ettiği husus olmasına karşın, “evet” verilmesi çağrısı yapıyor.

***

23 Haziran 1985’de yapılan Genel Seçimlere, partisi SDP ile katılıyor. Köy köy geziyor. Mitingleri engelleniyor, ulaşmak istediği insanlar, açıkça satın alınıyor. İlk kez bu seçimlerde “valizler” meselesi ortaya çıkıyor. Bunlara bizzat şahit oluyoruz. Ailede, eşi Mesude, annesi Aydın Denktaş ve kızkardeşi Ender sonuna kadar yanında oluyorlar, ama yetmiyor tabii. Sonuç, yüzde 3,77…

O günlerin yeri göğü inleten örgütçülerinden biri seçimlerden sonra Parti’ye geliyor ve “Eğer baban bize son günlerde değil, daha önce işaret verseydi, sen barajın altında değil, iktidara oynuyor olurdun” diyor.

Seçimler geçmiş, Raif Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde, o zamanki adıyla Yüksek Teknoloji Enstütüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Gençlerle olmak, onlara kendi görüşlerini anlatmak O’na büyük heyecan veriyor. Galiba hayatında en keyif aldığı iş de bu…

İşte o günlerden birinde, bir mülakat için gittiğim Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, çıkışta “kal biraz” diyor. Ben kendisini gördüğümde bana sürekli Raif’i, arkadaşlarını, neler yaptıklarını soruyor ve ben de kendisine sürekli olarak ne kadar büyük bir çaba gösterdiğini, ne kadar iyi niyetli, çalışkan olduğunu anlatıyorum. Belki tersini düşünenler vardır ama, Denktaş ailesinde böyle bir saygı, böyle bir mesafe var. Kendi çocuklarını uzaktan takip ediyor. Onlar da böyle konuları kendisiyle konuşmuyorlar. O gün bana, “Söylediklerinde haklısın. Yazdıklarını yakından takip ediyorum, gerçekten bana da faydalı olacağına inanıyorum” diyor. Ben anında konuşmayı Raif’e anlatıyorum. O kadar heyecanlanıyor ki, defalarca tekrar ettiriyor. Bu konuşmadan bir hafta kadar sonra, Raif Cumhurbaşkanlığı Siyasi İşler Danışmanlığı’na atanıyor.

Bu kez de 1968’den başlamak üzere, Toplumlararası Görüşmeler’i hatmediyor. Tüm tutanakları okuyor, notlar alıyor. Ömrü yetse, müzakerelere yön verecek tezler hazırlıyor.

Yine bu dönemde, çok fazla kimsenin bilmediği bir teması var. UBP’nin yeni Genel Başkanı ve Başbakan Derviş Eroğlu ile görüşüyor. Arkadaşlarına anlattığı kadarıyla temasın konusu, o günlerin de gündemi olan, kendine “Türkiyelilerin Partisi” diyen Yeni Doğuş Partisi… Türkiye’den gelip bu topraklarda yerleşen insanları asla ayırmayan, onların vatandaş olarak hakları, sosyal düzene katılmaları, ekonomik durumlarının iyileşmesi için kendini paralayan Raif, böyle bir siyasi oluşumu ayırıcı, bölücü olarak görüyor. Tehlikelerine dikkat çekiyor. Eroğlu ile bu konuları konuşuyor. Tabii bu temaslar da yarıda kalıyor.

Sonrası herkesin bildiği tatsızlıklar…

Ve daha 35 yaşına girmesine bir ay varken, hayatı ve “Arayış”ı  yarıda kesiliyor.

Kabul etmesi, bizler, onu yakından tanıyanlar için zor, çok zordu. Sadece bir dostumuzu kaybetmemiştik.

Herkes ona bir yafta yapıştırırken, bizler, gerçekte ne dediğini biliyorduk, samimiyetine inanıyorduk. Gün gelecek, o fikirler bu ülkede hakim olacaktı. Bizim için kurtuluş reçetesiydiler…

Onun inançlarını paylaşarak hayal ettiğimiz bir ülke, bir gelecek vardı. O lokomotifti, sürükleyendi, üretendi.

Güvenimizi kaybettik, inançlarımızı kaybettik.

Ben bugün hala asıl kaybedenin Kıbrıs Türkü olduğuna inanırım. Her olayda, “bugün yaşasaydı, bu olaya şöyle bakardı” derim.

Onun arayışı, bizler için umutken, başkaları için tehditti. Ve onun için hep hedefte oldu…
Hızlı konuşurdu, çünkü hızlı düşünürdü. Toplumunun en az yirmi yıl önündeydi düşünceleri.
Ama çok hızlı gitti, çok erken gitti.

Yarım kalan bir hayattır onunkisi..
Hem onun için hem Kıbrıs Türkü için.

SON AĞIT

Raif Denktaş’ı kaybettikten sonra, ardından bir AĞIT yazıldı.

Sözlerinin bir kısmını, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra “Sol Sosyalist Devrimciler”in saflarında yer alan Sergei Yesenin’in, 1925 yılında ardında bırakarak intihar ettiği “Elveda” şiirinden esinlenerek  Ahmet Okan, bir kısmını da Kıbrıs Türk manilerinden esinlenerek Cemal Özgürsel yazmış; yine Cemal Özgürsel bestelemişti.

Bu ağıt, edebiyat çevrelerinde, Kıbrıs Türklerinin yazdığı son ağıt olarak niteleniyor…

“Elveda, elveda can yoldaşım elveda sana…

El sıkışmadan, söz söylemeden, can yoldaşım elveda, elveda sana…

Yeni bir şey değil bu dünyada ölmek,

Ama ondan da yeni değil, yaşamak elbet…

Karanfilin filizi, kimbilir derdimizi,

Hafif bir rüzgar esti aldı Raifimizi…

Gökyüzü boyanır mı, ses versem uyanır mı,

Raif derin uykuda buna can dayanır mı…”

 

Nurper Moreket
Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar