“Dark” Turist Ömer Kıbrıs’ta - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Nisan 27, 2024
KıbrısKöşe Yazarları

“Dark” Turist Ömer Kıbrıs’ta

Mete Hatay bannerMete Hatay

Sigmond Freud’a göre gerçek ile kurgulanmış/tahayyül edilmiş olanın birlikteliği,“tekinsiz” (uncanny) olanı yaratır; Freud, aynaya bakarken, kendinizi aniden bir yabancıya bakarmış gibi hissetmenizi, örneğin aniden aynada sırtınızı fark etmeniz gibi, yabancı ama sizin bir parçanızı görmenin yarattığı hissi anlatır “tekinsizlik.” Belki de daha önce fark etmediğiniz bir “Sizi.”Lacan için tekinsizlik, bir olaya veya nesneye hem yakınlık hem de yabancılığı aynı anda hissetmedir. Yani çok yakınınızın cesedine baktığınızdaki histir“tekinsizlik.” Orada yatan kişiyi belki daha önce defalarca kucaklamışsınızdır ama şimdi sizde tuhaf bir “tekinsizlik”hissi yaratabilmektedir. Çatışmaların çözümünde ve yüzleşmeye katkı koyacak sanat eserlerinde de çokça kullanılır böylesi “tekinsiz aynalar.” Size görmediğiniz “sizi” anlatarak.

Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri adlı kitabında yaşam ve ölüm gibi tüm ikiliklerin ancak aradaki “hayaletler” tarafından anlatılabileceğini söyler. Peki bugünkü yaşamımızda bu “hayaletler”kim veya kimlere bu rolü verebiliriz? Derrida bu görevi en fazla sanatçıların yüklenebileceğini yazar:“evet, hayalet anlatacak, buna karşın böyle bir alan yok… Ancak biz, yaşam ile ölüm arasındaki ruhu hissetmek zorundayız. İşte düşün ve uyanıklık durumunun ve yaşam ile ölümün sınırından haber verebilecek olanlar, en fazla sanatçılardır.”Çünkü sanatçılar, genellikle sınırlarda dolanırlar.Özne ile nesne;yaşam ile ölüm arasında. İlkel bir yerellikle, evrensel gerçeklik arasında. Hayal görme ile uyanık kalma arasında… Birçok olgu arasındaki ince çizgide yer alırlar onlar…


Fakat bir sanat yapıtı ve onun estetik dili ne kadar “ileri” götürülebilir bir anlatıda? Sınırdaki ruhları, başkasının yaşadıklarını, hissettiği acıları, başkalarının yaşadığı çelişkilerin arka planını. Bir katasrofiyi, bir altüstlük anını, kopuşu, şiddetin her çeşidini bir sanat yapıtı “sonuna kadar” “sağlıklı” bir şekilde anlatabilir mi? Sanmıyorum. Bu beklenemez de zaten sanattan. Örneğin bu uğruda yapılmış ama birçok başka sorunu içinde barındıran sayısız yapıt mevcuttur. Öte yandan bazı kötü örneklerde sıkça görebileceğimiz gibi, sırf sanat yapacağım diye, korkunç bir soykırımı, onlarca yıldır devam eden bir “etnik çatışmayı,” hayali ve kurguyu karıştırarak, parça parça, bazen çorba yaparak, seçici bir şekilde, kendince “estetik” bir biçimsellik içerisinde aktarmak acaba “etik” açıdan hiç mi önemli değildir?

Evrensel bazı “Etik” kaygılarımızın da olduğu ön kabulünden yola çıkarak şu soruyu acaba sorabilir miyiz? Estetik dil, kendince hayalet rolünü oynarken ve başkalarının hislerini anlatacağım diye, büyük oranda kendi sübjektivitesinin biçimlendirdiği sanat yapıtını aktarırken, hangi noktadan itibaren “ilerleyişini” durdurmalıdır? Benim merak ettiğim nokta işte tam da burasıdır! Sanatın ve estetik dilin, düşle/gerçek arasında değişen açmazı.Bu da bize sınırlarda dolaşan hayaletlerle/sanatçılarla ilgili bir problematiğe işaret etmektedir,

Bu bağlamda birçok sanatçının hatta sosyal bilimcinin,bugünlerde, “anlatıcı hayalet” görevini ciddiye alarak, bazı trajedilere estetik bir boyut katacağım diye, dağı taşı, açılmış mezarlardaki kemikleri, art arda estetik bir kurguyla dizerek,şiirsel bir anlatıyla, “onların ruhlarını dinliyorum,” “toprağın sesini dinliyorum,”“psiko-coğrafya” yapacağım diyerek kendi “Colonialgaze”lerinden süzülen ve çektiği manzaralara yansıttığı “kendi” travmalarını, dünya görüşlerini,bir harabe pornografisine, hatta negrofilik bir fetişizme dönüştüren sözde sanat yapıtlarıyla, malzeme ve figüran arayışında birer “hazine avcısına” dönüştüklerine çok şahit oluyoruz. “Dark turizm” yapan bir Turist Ömer gibi dünyadaki çatışma yerlerinde dolaşıp kendi ruh hallerini yansıtacakları sanat yapıtlarına estetik malzeme toplayan onlarca yönetmen ve sanatçı gösterebilirim size.

Öte yandan Freud’un söz ettiği “tekinsizlik duygusunu seyircisine hissettiren sorgulatan, size sizin bilmediğiniz sizi anlatan onlarca yapıt da sıralayabilirim. Bunlar başarılı “hayalet” hikayeleri olarak da gösterebiliriz.

İşte Gürcan Keltek’in Koloni filmini seyrederken, ilk başlarda filmin konusuna bakarak acaba film bana yüzleşmede çok önemli rol oynayan o “tekinsizlik” duygusunu hissettirecek mi diye çok merak ettim. Çünkü dışardan gelen sanatçılar bazen kendi mağduriyetinin egosu içerisine hapsolmuş bizim gibi toplumlara “tekinsizlik” aynasını tutabilmektedirler. Ve böylesi başarılı yapıtlar hem yüzleşmeye hem de yakınlaşmaya büyük katkı koymaktadır.

Filmi bu beklentilerle izleyecektim. Fakat onun yerine film bittikten sonra filmde seyrettiğim Kıbrıs’la büyük oranda bir yabancılaşma hissine kapıldığımı farkettim. Rum diye sunulan yaşlı fakir Türkler, Rum köyü veya karışık köy diye sunulan Türk köyleri, estetik bir kurgu içerisinde deneysel olacağım diye kimliklerin, mekanların ve mağdurlukların harmanlaştırılarak sözde soyut bir evrenselliğin peşine düşülmüş filmde. Ama sonuç olarak siyah beyaz renkteki çekimi, inşaat ve taş ocakları görüntüleriyle, son 60 yılda işlenmiş bütün cinayetler, yıkımlar ve göçler dağdaki cızırdayan KKTC bayrağını görüntüsün altına bir güzel yerleştirilmiş. Ve maalesef film hiç de “tekin” olmayan, estetik bir ideolojik yapıta dönüşüvermiş.

Koloni filmi

Koloni filminde yukarda anlattığım “ruh çağırma ayinleri” bolca mevcut. Zaten yönetmen Koloni isminin adayı ölüler kolonine benzetmesinden dolayı koyduğunu söylemiş bir söyleşisinde. Bu doğrultuda her gördüğü paslı demirden, yıkık evden hafıza damıtmaya çalışmış yönetmenimiz. Tabii röportajlarında filminin kurguyla/belegeselin melez bir türü olduğunu itiraf ediyor. Yani “hortlak avına” çıkmış diğer yönetmenlerden farklı olarak, kendi ruh halini çekmeye çalıştığını itiraf etmiş bir röportajında. Galiba tam da bu yüzden Kıbrıs sorununun ve mağdurlarının ruhunu tanımakta zorlandım filmde. Sadece bir tek fail belliydi filmde. O da dağdaki cızırdayan bayraktı. Ne demişti yönetmenimiz, “O dönem ki kendi ruhumun filmini yapmaya çalıştım.”

Yönetmen ayrıca bunun ‘siyasi bir film olmadığını 2015’teki Bianet Kurdi’de çıkan Murat Türker’e verdiği mülakatında da anlatıyor. “Güncel politikalarla ilgili bütün bölümleri montajda attım çünkü bu filmi gelecekle ilgili bir çözüm peşinde yapmadım” diyor. Bence filmde İki toplumlu Kayıplar komitesinin yardımlarıyla çektiği oldukça tarafsız sunulmuş bölümleri hariç çok derin, kişisel ideolojik bakış açısının betimlendiği, eldeki “malzemenin” doğaçlama bir şekilde kullanıldığı birçok bölüm var. Zaten o bölümler için bakın ne diyor yönetmen: “Çekim aşamasında her iki taraftan da destek gördük. Önemli bir engellemeyle karşılaşmadık. Bütün görüşmelerde tarafsızlık ilkesiyle çekim yapacağımızı yetkililere söyledik ve ben buna montajda özellikle dikkat ettim.” Demek ki İki toplumlu Kayıplar Komitesinin tarafsızlık ısrarı işe yaramış en azından onlarla ilgili bölümde.

Öte yandan yönetmen filmin “siyasi” “journalistic” bir belgesel olmadığını, yarı kurgu olduğunu ve siyasi bir mesaj taşımadığını iddia etmesine rağmen, bazı çevreler filme çok daha ulvi bir misyon yüklemektende geri kalmamışlar çıkan ürünü gördükten sonra. Bakın Bianet yazarı ne diyor:

“Kıbrıs’ta bir şeylerin değişebileceğine dair işaretlerin alındığı bir dönemde, Çipras’ın Kıbrıslı Türklerle görüştüğü, Mustafa Akıncı’nın Yavru Vatan söylemini sorguladığı günümüzde Koloni ayrı bir değer taşıyor, adeta önemli bir misyon üstleniyor…”

Ben bu iddiaya katılamıyorum maalesef. Diğer taraftan aynı röportajı okuduktan sonra kafamda belirlenen birçok sorunun cevaplarını da buluyorum. Bu yüzden ilk yazdığım eleştiri yazsını da değiştirdim. Yönetmen siyasi bir film yapmamış, fakat kurgu sonrası ortaya çıkan sanat eseri ona misyon yüklenecek kadar siyasi olmuş.  Yalnız, film boyunca boş ve terk edilmiş Türk köylerinin Rum köyü, yakın çekimlerle, kırışık elleri, çapaklı gözleri, yorgun, hüzünlü görüntüleriyle poz veren Kıbrıslı Türk köylüsünün, Rum gibi gösterilmesi, aynılaştırma adına kimliksizleştirilmesi onlara yapılmış bir ayıp olmadı mı?Veya bu şekilde gösterilecekleri söylendi mi onlara çekimden önce? Tabii yönetmenin ruhunu yansıttığı büyük anlatısının “malzemeleri ve figüranlara” ihtiyacı vardı ve lojistik nedenlerden dolayı böyle bir yol seçmişti herhalde. 1974 yılında yaşanan trajediyi anlatması gerçekten iyi olacaktı. 1,400 Rum kayıp ailesinin çektiklerini ve yaşadıklarını da anlatsaydı keşke. Çünkü her şey zaten onlar kaybolduktan sonra yaşanmıştı. Bir tarafta kocaları ölü sayılmadığı için yıllarca evlenmeleri yasaklanan kadınlar, toplum içerisinde kocaları olmadığı için her türlü aile içi şiddete, tacize, çirkin muameleye tutulmuş kadınlar, hiç bitmeyen bekleme hali vesaire vesire. Diğer tarafa kocasına ağıt yakamadan zorla evlendirilen, soğuk bir rehabilitasyona tutulmuş, psikolojik hiçbir yardım görmeden öylece bırakılan kayıp aileleri falan yok filmde. Filmde bol bol harabe, mezar ve kemik var. Yani biraz insanların seslerini duyabilseydik yüzleşme açısından iyi olacaktı ama yönetmen kaba bir tabirle sadece “bağcıya” yoğunlaştı anlaşılan, dolayısıyla Kıbrıslıları,dağ manzaralarına, harabelere, bulutlara ve radyodan gelen anlaşılmaz seslere yeğledi. Kendi ifadesiyle, kendi ruh halini yansıtacak diye insanları sadece sessiz birer “malzemeye” ve figürana dönüştürdü.

Yönetmen köylerin yerlerini farklı göstermesini ve Türk köylerini Rum köyü yapmasını röportaja da“gizli yürütülen kazıların deşifre edilmeme”sine bağladı ama hemen ilave ederek aklında başka “hınzırlık” olduğunu da itiraf etti:

“Zaman zaman yer isimlerini adanın neresinde olduklarıyla ilgili bilgileri değiştirdim. Adanın tarihini okurken bölgelerin köylerin isimlerinin sık sık değiştiğini görüyorsunuz. Filime isim verirken, dört ayrı bölüme ayırırken bu koloni kültüründeki dili de kurcalamak istedim.”

Argüman güzel ama niye sadece yakılmış yıkılmış Kıbrıslı Türk köylerinin Rum köyü gibi gösterildiğini açıklamıyor tabii bu cevap. Filmde tabii ki soyutlaştırma olabilir ama burada yaşadığım filimle ilgili yabancılaşma galiba filmin ne tam soyut ne de tam bir gerçeklik arayan belgesel olmasından kaynaklanıyor. Filmde gösterilen Koloniden yabancılaşmam, yönetmenin (hayaletimizin) fütursuzca trajedinin gerçek mağdurlarını sessizleştirip, bize Derrida’nın söylediği anlamdaki “sınır” hikayesini anlatmayı maalesef becerememesinden olduğunu iddia edeceğim. Diğer yandan,doğruyu söylemek gerekirse, filmi böyle bir niyetle çekmediğini söylüyor zaten. Ama filmin bazı yerlerde rastladığım özetinde iddia edilen manzaranın ve bu trajedide kaybolanların yakınlarının ruhunun resmini de maalesef çizemiyor.

Film boyunca yönetmen, (iki toplumlu Kayıp komitesi ve laboratuvar bölümleri hariç) kendi ruhunu ve ideolojik takıntılarını yansıtan,figüran olarak kullandığı insanları sessizleştirerek, Kolonialüsten bir bakışla kendi Kolonisinin resmini çiziyor. Estetik bir harabe pornografisiyle!

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar