Başka bir dünyadan anılar-6 Paralel yapılar, paralel yaşamlar - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Nisan 27, 2024
Köşe Yazarları

Başka bir dünyadan anılar-6 Paralel yapılar, paralel yaşamlar

Paralel kelimesi moda oldu dilimizde. Paralel devlet, paralel yapı ifadelerinden geçilmiyor. Ve bu paralel yapıların korkunç bir şey olduğu empoze edilmek isteniyor bizlere.
Bizim köyde hem paralel bir yapı hem de paralel bir yaşam vardı. Bundan kimse de rahatsız değildi. Üstelik bizde iki tür paralellik vardı.
Biri, köy içindeydi. Türkler ve Rumlar iç içe yaşıyorduk. Birçok ortak yanımız olmasına rağmen farklı yaşam tarzlarımız vardı. Onlar domuz eti yerdi, biz yemezdik. Biz molohiya yerdik, onların çoğu yemezdi. Molohiyayı horlamak için ondan “o farras du Turku” (Türk’ün hasılı) olarak söz edilirdi.
İnançlarımız farklıydı. Onlar kiliseye giderlerdi biz ise camiye giderdik. Mezarlıklarımız ayrıydı. Onların yortuları, bizim bayramlarımız vardı. Ama gerek yortular gerekse bayramlar, akşamları birlikte kutlanır, birlikte yenir içilirdi. Yortularda Rumlar kilisede ibadet ederken davara bakmak, sulamak gbi işlerini Türkler yapardı. Bayramlarda da tam tersi olurdu.
Öteki paralellik ise köylülerle Çiftlik’te yaşayanlar arasındaydı. Köy topraklarının çoğunluğu ve özellikle de sulak ve mümbit bölgeler çiftlik ağalarına aitti. Köylülerin epeyisi ağaların yanında gündelikçi olarak çalışırdı.
Çiftlik, köyden bir kilometre mesafede bulunan bir yerleşim yeriydi. Benim çocukluğumda orada dört aile kalıyordu. Kimisi sürekli Çiftlik’te kalıyordu, kimisi de arada bir gelip gidiyordu. Sürekli kalanlar, Hüseyin beyle Süreyya hanım ve oğulları Abdullah ile Matsa’nın kâhyası Polikarpo idi.
Arada bir gelenler ise şunlardı: Feriha hanımla eşi Ratip bey (topraklar Feriha hanıma ait olduğu için o “hanımağa” sayılırdı), köylüler arasında “Aspromalli” (Beyaz saçlı) olarak bilinen Necibettin (Necmettin) Bey ve bir de seyrek de olsa hafta sonları çiftliğe gelen Rum ağa Matsa.   
Ağa efradının köyle ve köylülerle fazla bir ilgi ve ilişkileri yoktu. Köye pek uğramazlardı. Köylülerle olan ilişkilerini daha çok aracılar vasıtasıyla yürütürlerdi. Türk ağaların hepsinin de Lefkoşa’da evleri vardı. Lefkoşa sokaklarından birinin adının “Bodamyalızade” olması bir rastlantı değildir.
Hemen hemen hepsi, kendileri de çocukları da, okumuş insanlardı. Belki de bu nedenle, cahil köylülerle bir arada olmaktan hoşlanmazlardı. Feriha hanımın oğlu Saffet ile Necmettin beyin oğlu Reşat, Lefkoşa’nın ünlü doktorlarıydı. Abdullah’ın kardeşi Naim Bey ise Tapu Dairesi’nin üst düzey memurlarından biriydi.
Aspromalli’nin hafızam beni yanıltmazsa adı Ümran olan bir kızı vardı. Şık elbiseler içinde gelir, beyaz bir ata biner ve saçlarını rüzgârda savurarak köyün tozlu yollarında at sürerdi. Biz köylü ilkokul talebeleri için, masallarda okuduğumuz prensesin ete kemiğe bürünmüş simgesi gibiydi. 
Rum ağa Matsa, Larnaka’da yaşardı. Arada bir arabasıyla Lurucina yolundan köye gelirdi. Köye girişte Gatsigoronya (saksağan kargalarının bulunduğu veya barındığı bölge) yokuşundan inerken arabasının vitezini boşa alır ve dönüp karısına “Bamen muhtin giriya Angeligi” (Bedava gidiyoruz bayan Angeligi) dermiş.
Bu deyim, köyde cimriliğin bir ifadesi olmuştu. Köylülerden biri göz kırpıp “Bamen muhtin giriya Angeligi” demişse, anlayacaktınız ki etrafta bir pintilik söz konusudur.
Ben, Matsa’nın yüzünü gördüğümü hiç anımsamıyorum. Türk ağaların birçoğunu da görmedim. Aspromalli anda arada köye uğrar ve kahvehanede otururdu. (Gerçekten de pamuk gibi saçları vardı.) Bir de Abdullah sıkça köye gelirdi. Oldukça şişman biri olan Abdullah, ya cipine veya traktörüne biner köye gelirdi. Zaten daha sonra, bir istisna kabilinden, köyden bir kızla evlendi ve tarihte ilk kez Çiftlik ile köy arasında bir bağ kurmuş oldu. 
Hüseyin-Süreyya çiftinden biri veya her ikisi de, ut çalmasını bilirdi. Yaz akşamları serinlemek için avluda otururduk. Bazı akşamlar gece karanlığının derinliklerinden ut ve şarkı sesleri gelirdi. Ses bir gelir bir giderdi. Büyüklerimiz “Süreyya Hanım ut çalıyor” derlerdi.
Rivayete göre, Münir Nurettin Selçuk, Kıbrıs’a geldiği zaman bir arkadaş grubu ile birlikte Çiftlik’e davet edilmiş ve sabahlara kadar yenip içilmiş, meşk edilmişti. Köylülerin çoğu, tarlaların içine oturup çiftlikten yükselen şarkı ve gazelleri dinlemişlerdi. Türk’ü, Rum’u köyde herkes “Münür Nürettin” adını biliyordu. O sıralarda doğan çocuklara ya Münür ya da Nürettin adı takılmıştı.
Söylenenlere bakılırsa, 20. Yüzyılın başında çiftlik tek bir kişinindi. Çiftliğin sahibi Münir beydi. Köylülerin inancına göre, Münir bey hovarda bir adamdı. İstanbul’daki pavyonlarda kendine eşlik eden kadınların sigaralarını cebinden çıkardığı beş liralıklarla yakarmış.
Buna ne can dayanabilmiş ne de çiftlik. Sonunda çiftlik topraklarının bir kısmını satmak zorunda kalmış. O toprakları satın alan Matsa, böylece köyün Rum ağası oluverdi.
Daha sonra öğrendiklerimi yan yana koyunca şu sonuca vardım ki Münir beyin iflâsına yol açan nedenler, köylülerin sandıklarından farklı olma ihtimali güçlüdür. Ancak bu başlık uzun süreceği için onu haftaya bırakalım.

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar