Dünkü yazımda Ecevit hükümetinin eski dışişleri bakanlarından Şükrü Sina Gürel’in “Türkiye’nin Kıbrıs politikasını eleştiren” bir mülâkatını yer yer kendi yorumlarımı da katarak “köşeme” aktarmıştım.
Özellikle Sn. Tatar’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra federatif çözüm arayışlarının büyük ölçüde zail duruma düştüğünü kabul edersek, önümüzdeki dönemde “adada Türk Rum iki egemen devlete dayalı” yeni bir çözüm sisteminin çalışmalarına tanık olmak sürpriz olmayacaktır.
ANCAK itiraf edeyim: Adadaki “iki ayrı devletin” sınırları belirlenmiş hatta kendi güvenliklerini sağlamak için kaplumbağalar gibi kabukları içine kapanırlarken, mevcut sınır kapılarıyla da adada iki ayrı “askeri kamp” oluşumuna evrilmeleri tehlikesi de vardır..
Bu nedenle hep şunu yazıyorum: “Eğer bu adada Türk ve Rum halklarının Kuzey’de ve Güney’de yan yana iki komşu olarak yaşamaları kaçınılmaz bir kaderse.. Ve eğer insanı hayvandan ayıran özelliklerden biri “kendi kaderini tayin etme iradesine sahipliğiyse..” O halde “iki bölgeli iki egemen devleti” barışçı komşuluk ilişkileri içinde düşünmek gerekecektir. Yani “önce iki devlet birbirlerini tanıyacak sonra da siyasi yönden tanınmış bu iki devlet arasında federasyon gerçekleşecektir..
PEKİ bugüne kadar “öyle geldi böyle gitsin” dendiğince olası bir federal sistemi oluşturmak için müzakereler yeniden başlayamaz mı? Kaç defa ama?!.. Bugüne kadar her yeni görüşme safhası federal sistemi sağlamak için başladı. Tümü de fiyasko ile sonuçlandı. Çünkü Rum tarafı “yöneten” olarak kasılırken, her devrede Türk tarafını siyasi yönden “yönetilen” pozisyonlara düşürmek istedi! Nitekim her defasında Türk tarafı müzakerelere “azınlıktaki toplum” olarak katılmak zorunda bırakıldı.
Oysa “egemen devlet” olarak tanınmış olsaydık” siyasi yönden azınlık çoğunluk ortadan kalkar, masada federasyonu eşit haklara sahip iki toplum olarak tartışırdık.. Bu siyasi avantajı bugüne kadar hiç kazanamadık! Öte yandan: ***
ASLA TÜRKİYESİZ OLAMAYIZ: Ben başında kavak yelleri esen, bırakın Türk Rum kardeşliğini, dünyayı insan kardeşliği ile döndürmeye çalışan, hayalhaneleri hülyalı, yürekleri sevgi ve barışla çarpan “genç nesil insanlarından” değilim.. Ne de Rum’un bize bu adada reva gördüğü mezalim ve gaddarlığı unutacaklardanım! Üstelik Rum tarafının bizi hâlâ ezdiğine, yaşam hakkımıza tecavüz ettiğine ve hâlâ tüm adaya egemen olmak istediğine içtiğim su kadar inananlardanım.
Bu nedenle diyorum: Türkiye olmadan AB üyesi olan, dünyanın büyük kentlerinde etkili lobiler oluşturan, ayni zamanda Türk düşmanı olan Rum ve Yunan ikilisine tırnak kadar inanmam ve güvenmem..
Hele böylesi “Kuzey-Güney” olarak ikiye ayrılmış, iki komşu durumuna gelmiş ada konumunda, Rum tarafına hiç inanıp güvenmem!
Kader bizi “Türkiye” ile birlikte yürümeye, geleceğe Türkiye ile birlikte uzanmaya bağlamıştır. Yani ben Türkiye’ye yönelik eleştiri hakkımı da kullanarak şükranlarımı sunanlardanım..”
Olası bir çözüm Türkiye’siz olmaz diyorum.. Öncelikle bu gerçeği görüp kabul etmek masadaki müzakerelerin siyasi karinesini oluşturacaktır.. Tam aksi, “bırakın da biz Rum ile anlaşırız” söylemleri safdilliktir faydamıza değil zararımızadır!
***
KISACA TAKILDIKLARIM
Yukarıdaki son paragrafa yani “Türkiyesiz olamayız lafına” yüzlercesi arasından bir iki ispat daha çakayım.
BEŞ yıldır Lefkoşa’da yayalar için tasarlanan bir üst geçidin yapımını tamamlayamadık! (Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi yanı.) Oysa Türkiye bize beş ayda pandemi hastanesi yaptı!
…TC dünya harikası bir başarıyla KKTC’ye deniz altından tatlı su akıttı. Bizse yıllardır Ercan’ın onarım ihalesini kazanan Emrullah Turanlı’nın Taş Yapı şirketinden hava alanını hâlâ devralamadık!
VE hâlâ Mağusa limanına bir taş oturtup bir çivi çakamadık! Tam 46 yıldır! Oysa geçen bu sürede Türkiye Karadeniz’de hidrokarbon yataklarına ulaşırken, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarındaki hakkımız için de neredeyse Yunanistan’la savaşa tutuşacak!..
HÂLÂ ne yolları onarıyoruz ne de beyaz trafik şeritlerini çiziyoruz. Türkiye ise dünyanın en yüksek barajını, en uzun tünellerini gerçekleştiriyor…
…HAYIR!! KKTC’i devleşmiş Türkiye ile kıyaslamıyorum. Sadece basit olması gereken işleri bile yapamadığımızı, onları bile TC’ye yaptırdığımızı hatırlatmak istedim.. Ki olduğunca varlığımız zaten Türkiye’nin parasal yardımlarına bağlı değil midir?
***
VE MAĞUSA BALIKÇILARI: Sonunda Dursun Oğuz’u da mendepsiye bastırdılar. Yıllar önce Mağusa limanında devletten kaparozladıkları ve emirlerine amade kılınan binada “Balıkçılar Birliğini” kurdulardı ki bir süre sonra ne birlik ne de dirlik kalmadığından, geçmiş yıllarda söz konusu birlik binasını lokanta olarak çalıştıran bir yurttaşa kiraladılardı.
Şimdilerde galiba “kooperatif” olmaları halinde AB’den bir milyon euro teşvik yardımı alınacakmış alelacele Laguna’nın yanındaki askerin alandaki bir arazi, şimdilerde adını “Mağusa Balıkçılık ve Su Ürünleri Kooperatifi” olarak değiştiren balıkçılıların kullanımına verildi..
“Eee ne var bunda” denebilir! Olay şudur ama: Bırakın Mağusalı’nın ister “birlik” ister “Kooperatif” olsunlar, kendi balıkçısının avladığı balıkları tezgâhlarında bile göremediğini! Fakat öteden beridir hemen her yörede “devletin olması gereken yerlerin, tesislerin, binaların.. “Birlik, kooperatif, dernek” adı altında deve olup yürütülmeleri gerçeğinde; bu tip tahsislerin yada kiralamaların denetimlerinin yapılması, işlevine uygunluğunca faaliyette bulunup bulunmadıkları denetlenmeli mesela “başkalarına kiralama” gibi amacından saptırılmalarının hem önüne geçilmeli, hem de hesapları kitapları sorulmalıdır.
***
DOĞRU MU? Bir habere göre Sn. Tatar’ın Mecliste Ant içrek yemin etmesinin akşamı resmi hükümet daireleri ve okullara verilen direktifle tüm elektrik ışıklarının yakılması istenmiş. Yani emredilmiş! Haber doğruysa “ne oluyoruz yahu” diyeceğim! Yeni yeni modalar mı icat ediyoruz. Kralların kraliçelerin taç giyme törenlerine mi dönüyoruz?