Türkiye’de Amerika İmajı -2 - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 25, 2024
ManşetPoli

Türkiye’de Amerika İmajı -2

türkiye amerika

Türkiye’de Amerika İmajı 2: “Stratejik Ortaklıktan ‘Şeytan’ Amerika’ya”

1980 darbesinden sonra seçimle başa gelen ilk hükümetin Başbakanı Turgut Özal, ilk yurt dışı gezisini ABD’ye yapmaya karar vermişti. Bu ziyaret açıkça görevde kaldığı süre boyunca yapacağı siyasetin ilk sinyallerini taşıyordu. Özal ABD’de bir süre yaşamış ve bu ülkeyi yakından tanıyan biriydi. Bölgenin (Orta Doğu) o dönemdeki durumuna şöyle bir baktığımızda Özal’ın işinin hiç de kolay olmayacağını görürüz. 1979 İran İslam devrimi ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri olan İran’ı ABD etki alanından çıkartmış, aksine bölgede NATO için yeni bir tehlike arz eden, açıkça Amerikan düşmanlığı güden bir devlete dönüştürmüştü. Bu dönemde ABD ve SSCB, iki karşıt kutup olarak, kapitalizmi ve komünizmi birer ekonomik model olarak yaymak amacıyla bölgede bayağı aktif hale gelmişlerdi. Örneğin, SSCB Afganistan’ı işgal ederek (oradaki Marksist hükümetin davetiyle) komünizmin ihraç edilir bir model olup, olmadığını orada test etmeye çalışıyordu.

Sovyetlerin dayattığı modele karşı çıkan Afgan mücahitleri ise 9 yıl sürecek bir savaş başlatmışlardı. Tabii bu savaşta onların en büyük müttefiklerini ise Pakistan ve dolayısıyla ABD oluşturuyordu. Bu kanlı savaşı, yıllarca sürecek olan İran-Irak savaşı takip edecekti.  Bölge her geçen gün yeni bir kaosun içine sürükleniyordu. Özal ise iktidarı ele geçirir geçirmez ABD ilişkilerini iyileştirmekle işe başlayacak, orada öğrendiği ekonomik modeli anında Türkiye’ye getirmeye çalışacaktı. Tabii bilindiği gibi 12 Eylül 1980 darbesi de zaten Türkiye’yi Amerikan etki alanı içerisine sokmak için dizayn edilmişti.


Bölgedeki gelişmeler Türkiye’nin stratejik önemini artırmıştı fakat Özal, sadece stratejik ortaklıkla yetinmek istemiyordu. Menderes’in 25 yıl önce yarım bırakmak zorunda kaldığı “küçük Amerika” rüyasını da tamamlamak istiyordu. Bunun için, 1970’lerde sol tarafından “kirlenen,” “düşmanlaştırılan,” Türkiye’deki ABD veya daha genel anlamıyla Amerika imajı yeniden inşa edilmeliydi.

Birçok siyaset bilimciye göre iktidarda kaldığı süre boyunca Özal, ABD ile ittifakı dış politikanın temel prensibi olarak saymıştı. Başbakanlığı döneminde, Türkiye’nin uluslararası platformlarda ABD ile olan bağlarını göstermekten hep gurur duymuştu. Ona göre NATO üyesi olmak ve bölgede stratejik bir ortaklık içerisinde görünmek, Türkiye’yi ABD nezdinde önemli bir konumda tutuyordu. Arada sırada bu yakınlığı Kıbrıs ve zaman zaman ABD Senatosu önüne getirilen “Ermeni Soykırımı” gibi konular rahatsız etse de, iki ülke arasındaki bu yakın ilişki büyük bir kriz yaşanmadan Özal dönemi  (1983-1993) olarak adlandırılan on yıl boyunca devam edecekti. Özal’ın 1985’te ABD’ye gerçekleştirdiği bu ilk resmi ziyarette, Başkan Ronald Reagan’a “We don’t want more aid, we want more trade-Biz daha fazla yardım değil, daha fazla ticaret istiyoruz” dediği söylenir. Bu sözlerle Özal, Menderes’in yolunda ilerlerken onun yaptığı hataları tekrarlamayacağını ima ediyordu. Bu alışılmamış küçük tombik sempatik siyasetçi, çekinmeden Amerika’dan “tek taraflı bağımlılık” ilişkisi değil de “karşılıklı bağımlılık” ilişkisi istiyordu.

Beklenildiği gibi Türkiye’deki ekonomik yeniden yapılanma için “Amerikan modeli” benimsenmişti. Öyle ki, o dönemde Özal’ın ABD ile ilgili heyecanlı görüşleri birçokları tarafından “Amerikancılık” olarak bile değerlendirilmişti. O güne kadar Türkiye kendini, dışa kapalı aşırı korumacı bir ekonomik yapı içerisinde var etmeye çalışırken, 1983 yılından itibaren kısa bir sürede kendini serbest piyasa ekonomisinin vahşi rekabeti içerisinde bulacaktı. Özal’ın 27 Mart 1991’de yapmış̧ olduğu şu açıklama ise onun liberal devlet anlayışına olan katıksız inancını gözler önüne sermektedir; “Devlet baba değildir. İnsanların hizmetindedir. Devlet, baba olursa bir gün bizi döver” (Milliyet, 1991: 18).

Öte yandan Özal’ı Menderes “Amerikancılığından” farklı kılan şey ise Amerika kültürünün savunduğu sözde “özgürlük,” “serbest piyasa,” “çoğulculuk” şiarlarını hep ön planda tutması ama bunu yaparken, Amerika’yı kopya ederek değil de Amerika’dan öğrenerek “Türk” gibi yani biraz alaturkalaştırarak yapmaya çalışmasıydı. Bu dönemde Kemalist kültürel baskı iyice azaltıldığı için görece yaratılmış bu “özgür” ortamda, o güne kadar “yoz” ve dejenere olarak görünen bazı “kültür” ürünleri piyasayı dolduracaktı. Bunların başında Arabesk müzik geliyordu. Artık “çağdaş olmak” için -eskiden dejenerasyon olarak görülen- bazı kültürel karışımlardan  kaçınma zorunluğu yoktu. O dönemde bu tip “Hibrid,” “melez” yapılar, kısa sürede eski kuralcı, steril, homojen yapılardan çok daha çekici bir hale gelecekti. Günlük hayat içerisindeki bazı adabı muhaşeret kuralları, nezaket veya kültür kodları hızla değişime uğrayacaktı. Amerikan viskisi ve Lahmacun artık birlikte olabilirdi, Türk Pop denilen bir müzik, Popla, Arabeskin evliliğini müjdeliyordu. Yeni ekonomik yapı içerisinde ortaya çıkan yeni orta sınıf ve zenginler ise bu tip melez kültürün taşıyıcılığını yapmaya başlamışlardı.

En muhafazakar sanatçılar bile kendilerini, bu yeni “melez “ kültürün rüzgarına bırakacaklardı. Arabesk artık iktidardaydı. Peş peşe açılan Amerikan orijin Mac Donalds, Burger King gibi lokantalara karşısında, kısa süreli bir gerileme yaşayan Türk yemek sanayisi bile Amerika’dan gelen bu fikirlere kısa zamanda adapte olmuş, ve etrafı doldurmaya başlayan yeni girişimcilerin sayesinde, bu tip ürünlerin, Türk versiyonlarını icat ederek piyasayı tekrar geri almışlardı. Bu arada bu yeni melez kültüre hoş geldin diyen sanatçılardan biri olan Barış Manço, 1986 yılında Lahburger diye bir parça yazarak, lahmacun ve hamburgerin evliliğini kutlamış ve Lahburger diye adlandırdığı yeni kültürün doğumunu müjdelemişti:

“Hamburger batıya açılan pencere

Hamburger pencereden uçtu tencere

Lahmacun lahmacun

Kıyması bolca soğanı da onca neşelendikçe kahroldukça

Hamburger bu aşk fizik ötesi

Salçalı koruklu biberli olsa sona kalan donup saçını da yolsa

Aslan yürekli burger ceylan bakışlı lahmacun

Çelik bilekli burger hamur nakışlı lahmacun

Gözümün nuru burger ciğer parem ne der

Lahburger lahburger

Lahburger lahburger

 

Bu öykü böyle gider başı sonu bilinmez

Bilinen şeyler ise her zaman söylenmez

Rakı da bir ayran da bir içmesini bilene

Şapta bir şekerde bir tokum diyene

Şalda bir çuha da bir giymesini bilene

Güzelde bir çirkinde bir sevdim diyene

Her yeni doğan bebek yeni bir dünya demek

Aç gözünü hoş geldin lahburger bebek

Onlar erdi muradına kerevet bize kaldı

Bu yarışta bayrağı lahburger aldı.”

Tüm bu değişimler yaşanırken, bu yeni kültürel dönüşüme ve bazı kültürel mekanlara sızmaya başlayan, bu yeni “melez” orta sınıf, Türkiye’nin geleneksel “beyaz Türk” elitlerinin “ötekisini” de oluşturmaya başlayacaklardı. “Arabesk kültürü” olarak adlandırılan bu akım yavaş yavaş tüm mekanları fethederken, ona karşı olan muhalefet de her geçen gün biraz daha sesini çıkartmaya çalışıyordu. Fakat daha önceki tek kanal TRT dönemindeki baskıcı, zaman zaman elitist tek sesli bakışın değişmesi ve özel televizyonların açılması, bu muhalefetin gücünün artmasını büyük oranda engelliyordu. Batı’nın temsilcisi Amerikan ürünleriyle ve kültürüyle kol kola yükselen bu yeni popüler tüketim kültürü artık engel tanımıyordu.

Özal’ın küreselleşme adına tüm kapıları dış sermayeye açmasının dışında, 1989 yılında beklenmedik bir şekilde Sovyetler Birliğinin çökmesi, ona bambaşka projelere yönelme imkanı da sağlayacaktı. Artık soğuk savaş bitmişti. Özal’ın Amerika’dan transfer ettiği danışmanların yanına artık onlarca eski solcu danışman da katılacaktı. “Sol” artık tehlike olmaktan çıkmıştı! Fakat bu tek kutuplu dünyada Türkiye’nin yeni konumu ne olacaktı acaba? Amerika Türkiye’ye hala eskisi kadar ihtiyaç duyacak mıydı? Bütün bunlar Özal’ın “Küçük Amerika” veya daha doğrusu “Küçük Amerika A’laTürk” projesini başka boyutlara çekecekti.

Kısa bir duraklamadan sonra, Özal ağzındaki baklayı çıkaracak ve “küçük Amerika” olmaktan “Adriyatik’ten Çin Setti’ne” kadar uzanan “Büyük Türk Dünyası’nın” yeni lideri “Güçlü Türkiye” vizyonunu ortaya atacaktı. İlginç bir şekilde Amerika bu yeni vizyonun ortağı olmaktan kaçmayacaktı. Çünkü Eski Sovyetler Birliği Üyesi Türki devletlerle kurulacak ilişkiler için Türkiye taşeron olarak kullanabilirdi. Bu bağlamda Türkiye artık piyasada bir patent ve bir “model” olarak kullanılabilirdi. Biraz Amerikan sosu, Müslüman baharatı ve Türk hamurundan oluşan bir “model.” Tabii ki bu modelin en önemli özelliği “serbest piyasa” ekonomisine olan bağlılığı idi.

Bu dönemde Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı tam olarak yok olmasa bile en düşük seviyelerde seyrediyordu. Karşıtlığı daha çok bazı İslamcı çevrelerin arada sırada piyasaya sürdükleri anti-Semitik “Yahudi komplo” teorileri ile Amerika’yı elştirmeleri besliyordu. Öte yandan sol çevreler ise yükselen bu yeni neo-liberal politikalardan büyük bir darbe almışlardı. Bundan dolayı bütün olanların müsebbibi olarak Amerika’nın emperyalist senaryolarını ön plana çıkartarak muhalefet yapmaya çalışıyorlardı. Haklı da sayılabilirlerdi. Yeni tüketim kültürü ve ekonomik politikalar, yeni bir orta sınıf ve “sonradan görmüş” zenginler yaratmasına rağmen, sınıflar arasındaki fark büyümüş, tarım sektörü yara almış, yapılan özelleştirmelerden sonra binlerce işçi sokakta kalmıştı. Türkiye’de zyeni zenginler artarken yoksulluk hiç olmadığı kadar büyümüştü. KİT’lerin kapatılmasıyla sendikacılık büyük yara almıştı.

Diğer taraftan durmadan açılan imam hatip liseleri ve camiler, önemli bazı tarikatların hareket alanlarının serbestleşmesi, muhafazakâr İslam’ı her geçen gün biraz daha beslemekteydi. Amerika, o güne kadar Sünni İslam ile ters düşmemeye çalışmış aksine, bazı bölgelerde Sünni İslam’ı destekleyerek Sovyet ve İran Şii tehlikesine karşı durmaya çalışmıştı. İslamcılar, Amerika’nın İsrail’i desteklemesinden hoşnutsuz olmalarına rağmen, bu dönemde ona karşı açık bir pozisyon almayarak Amerika’nın onlara karşı gösterdiği “cömertliği” kabul ederek durumu idare etmeye çalışmışlardı. Bu tip idare-i maslahat yapma İslamcıların yabancı olduğu bir davranış türü değildi. Örneğin, meşhur İslam şairi ve düşünürü Necip Fazıl Kısakürek, 1980’lerde Özal tarafından kurgulanan, pragmatik Müslüman-Amerika ilişkisini hali hazırda 1959 yılında tasavvur ettiğini biliyoruz. Belki de onun o zamanlar yazdıkları hayranı olan Özal’ı bu düşünceye sevk ettirmişti.

Kısakürek, 1959 yılında,  iki kutuplu dünyada materyalist Sovyetlere karşı “özgürlükçü” Amerika’nın müttefiki olmayı tercih ettiğini deklare etmişti. Ama bu ilişkinin 1980’lerde Özal’ın da dediği gibi tek yanlı bağımlılık değil de saygıdan ve karşılıklı bağımlılıktan geçtiğini yazmıştı. Kısakürek, yazısına Amerika ile hareket ederken onların “yoz” kültüründen de sakınılması gerektiği ikazını eklemeyi unutmamıştı tabii ki. Özal ise kendi döneminde bu tür korkulan etkilere karşı fazla direnç gösterememişti. Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için o yazıdan ufak bir alıntıyı sizlerle paylaşayım:

“Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika’nın ebedî müttefiki, Amerikalının da “Sen sensin, ben de ben” tarzında dostu olmaktır. Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak… Yoksa belâ haline getirmek değil… Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mütalaa ettiği kadrodan ileriye geçemeyiz.

[images_grid auto_slide=”no” auto_duration=”1″ cols=”three” lightbox=”no” source=”media: 179069,179066,179068″][/images_grid]

Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını, kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vâhidine göre ayarlamakta, devlet ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her işe hâkim bir mâna gizlidir. Bu mâna ta merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, iki ayrı dünyanın iki ayrı ve fakat daima beraber mümessilleri halinde yanyana göndere çekilebilirler” (Kısakürek, Büyük Doğu, 17.7.1959)

Özal’ın Orta Asya ile ilişkilerini derinleştirmesinden sonra özgüveninin artması ve uygulamaya soktuğu “Orta Asya” ve “Batı” siyaseti, bazı anti NATO’cu Ulusalcı çevreleri de rahatsız etmeye başlamıştı. Özal onlar için “Amerika’nın maşası” veya “ajanıydı”. Onu yıpratmak için belli zamanlarda bazı eski defterler de açılmaya başlanacaktı. Örneğin Özal’ın gençliğinde bazı görevli Amerikaların rehberliğini ve tercümanlığını yaptığı sırada, onları bir geneleve götürdüğü ve orada çalışan fahişeyle onlar adına pazarlık yaptığı iddiaları gibi dedikodu haberleri gazetelerin sayfalarını dolduracaktı.

Tüketim kültürünün bu kadar yayılmasından sadece solcular hoşnutsuz değildi, İslamcılar da Kısakürek gibi Türkiye’nin Amerikan kültürünün “yozluğunun” etkisi altında kaldığından şikayet etmeye başlamışlardı. Borç harçla alınmış renkli televizyonlarda her gün yenisi yayınlanan magazin ve paparazzi programları, bu “yoz” ama “renkli” hayatın görüntülerini gecekondularda oturan, muhafazakar işçi ve köyden göç etmiş halkın gözleri önüne döküyordu. Bu görüntüler karşısında muhafazakar kocalar, eşlerini daha fazla örtünmeye, kızlarının ise televizyonda gördükleri yarı çıplak modellere dönüşmelerini önlemek için tesettüre bürünmelerini teşvik etmeye başlamışlardı. İslamcı partilerin oy potansiyeli artık her yerde kendini hissettirmeye başlayan Amerika’dan kaynaklanmış olarak gördükleri “özgürlüğe” karşı tepki olarak artmaya başlamıştı. 1980 Darbesinde ortadan kaldırılan sol hareketlerin yerine ortada kalan işçiye ve köylüye artık dini bütün, mütedeyyin, tarikat üyesi, İslami hareketlerin yeni neferleri sahip çıkmaya başlamıştı. İşte bu dönemde, İslami çerçevedeki Amerikan karşıtlığı da tekrardan yavaş yavaş alevlenmeye başlayacaktı. Tabii yavaşça yükselen bu Amerikan düşmanlığını, Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi, ve Afganistan’a müdahalesi patlatacaktı.

Diğer taraftan 1990’larda tırmanan PKK ile savaş, özellikle Kemalistler arasında Amerikan karşıtlığını artıran nedenlerin başında geliyordu. T24 yazarlarından Ömer Taşpınar, Amerikan karşıtlığını biraz da Türkiye’deki komplocu düşünme mantığının neden olduğunu yazmıştı (2 Mayıs 2014):

Bush döneminde, Irak işgali ve Guantanamo gibi anlaşılır nedenlerle evrensel boyut kazanan anti-Amerikanizm zamanla azaldı ve Obama döneminde daha normal seviyelere indi. Fakat  Türkiye’de fazla bir değişiklik yaşanmadı. Bugünkü haliyle yapısal bir boyut kazanmış gözüküyor bizdeki Amerikan karşıtlığı.   Türkiye’nin Batı ittifakı içinde yer alan bir NATO ülkesi ve Amerika’nın ”stratejik ortağı” oluşu nedeniyle ciddi bir çelişki yaratıyor bu yapısal Amerikan karşıtlığı.  Bırakın NATO ülkelerini, Pakistan ve Mısır gibi diğer Müslüman ülkelere oranla bile daha yüksek bir anti-Amerikanizm gözleniyor Türkiye’de.  Peki neden ?

Bu komplocu mantığı anlamak için yakın zamana kadar Türkiye’de devletçi geleneği yansıtan Kemalist reflekse bakmak yeterli. Kemalizmin gözünde iki temel düşman vardır: irtica ve bölücülük.   İrtica ve  bölücülüğün  Amerika tarafından destek görüyor oluşu en temel gerçek olarak kabul edildi Kemalist siyasi kültürde.   Bugün, AKP’nin temsil ettiği moda kavramla “yeni” Türkiye’de, ciddi oranda zemin kaybetti Kemalizm. Fakat  anti-Amerikanizm azalmadı.  Tam aksine “dış mihraklar” edebiyatı bütün hızıyla devam ediyor.” 

star amerika

Tabii Amerika’dan ithal edilen neo-liberal ekonomi içerisinde bu tür karşıtlıklar da piyasa içerisine sokulacak bir meta, bir tüketilecek mal olarak kullanılabilmektedir. Örneğin, Irak işgalinden sonra ve özellikle Irak’taki bir Türk karakolunun basılıp, oradaki askerlerin başına torba geçirilmesi, kamuoyunu çok rahatsız etmişti. Bu olaydan esinlenen birçok kişi, sinema, televizyon, müzik ve romanların piyasaya sunulduğu “popüler kültür pazarını” kullanarak çeşitli kazanımlar elde edeceklerdi. Örneğin Kurtlar Vadisi Irak filminin gişe başarısı, Metal Fırtına adlı kitap dizisinin görülmemiş başarısı, komplo teorisi içeren diğer kitap dergi ve haber programlarındaki tiraj ve reyting artışı, “Amerikan karşıtlığının” büyük bir piyasasının olduğunu da göstermekteydi. Öte yandan bu tür yayınlar, mevcut kanaate katkıda bulunmakla kalmayıp, hali hazırda talep yaratan müşteri sayılarına yenilerini ekleyerek bu tip düşmanlığı beslemekte ve de büyüyen piyasanın taleplerine yönelik birçok yeni “komplo teorileri” üretimine neden olmaktaydı.

Tabii en önemlisi, bu tip komplo teorilerinin, aynı zamanda “siyaset pazarındaki” partiler tarafından da çokça kullanılan malzemeleri oluşturduğunu bilmekteyiz. Özellikle, AKP ve eski ittifakı şimdiki FETÖ örgütü lideri Fethullah Gülen ile 2011 yılından itibaren başlayan savaş, Fethullah Gülen’in 1999 yılından beri sığındığı Amerika’yı günümüz polemiklerinin vaz geçilmez parçası yapmıştır. 2013 yılında gerçekleşen Gezi Parkı, daha sonra Erdoğan’nın yakınlarına yönelik yapılan Yolsuzluk operasyonları hep Amerika ile ilişkilendirilmiş, Amerika artık Türk kamuoyunda, yaşanan her olumsuzluğun mesulü olarak gösterilmeye başlanmıştır. ABD artık Türkiye kamuoyuna bazen “faiz lobisi” olarak bazen “Yahudi lobisi” olarak bazen “Büyük Şeytan,” ve son zamanlarda ise “Üst Akıl” olarak sunulmaktadır. 1990’larda toplumun sadece %40’ı kendini “Amerika karşıtı” olarak gösterirken, 2015’de bu rakam %81’lere çıkmış durumdadır. Bu yüzdeliğin ise FETÖ’cü 15 Temmuz darbe girişiminden sonra daha da arttığı sanılmaktadır. FETÖ’nün liderinin 1999’dan beri ABD’de gönüllü sürgünde olması, ABD’nin bu konuda hedef yapılmasını da kolaylaştırmıştır. ABD’nin gerek bölgede gerekse başka yerlerde gerçekleşen bazı darbe girişimlerinde rol almış olması, onu gerçekleşen her esrarengiz veya faili meçhul olayın sorumlusu olarak gösterilmesine neden olmaktadır.

erdogan abd

Son dönemde AKP ile ilginç bir dirsek temasına giren Ulusalcı Sol’un yayım organı Aydınlık yazarı Rıza Zelyut 11 Şubat 2016’da Amerika’ya Şeytan demekten kaçınmamıştı:

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Güney Amerika dönüşü, Amerikan Başkanı Obama’ya seslenerek “Biz nasıl güveneceğiz? Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobani’deki teröristler mi?” dedi. Türk tarafının bu haklı çıkışına Amerikan yönetimi hemen cevap verdi: “Biz YPG’yi terörist örgüt olarak görmüyoruz ve kendilerini desteklemeyi sürdüreceğiz!” Böylece Amerika, dünyada 56 yıldır tepe tepe kullandığı Türkiye’yi bir kalemde silip terör örgütünü onun önüne geçirmiş oldu.

Şimdi cevap verin: İmam Humeyni, bu Amerika’ya “Şeytan!” diyerek onu lanetlemekle haklı mıdır haksız mıdır?

Sende cevap ver: Ey Amerika söz konusu olunca dilsizleşen bizim Diyanet’in başındaki molla arkadaş! Bu Amerika senin için melek midir, Şeytan mıdır?”

Bu tip “şeytan” söylemi Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar yayılmış durumdadır. Örneğin Diyarbakırlı İslamcı yazarlardan M. Zülküf Yel, Zelyut’un yazısından beş ay kadar sonra Diyarbakır’da yayımlanan “Doğru Haber” gazetesinde 15 Temmuz Darbe girişimini Amerika’nın yaptırdığını iddia ederek şunları yazacaktı (22.7. 2016):

Ben özellikle bu olaylardaki Amerika’nın rolü üzerinde durmak istiyorum. Türkiye’deki tüm darbelerde Amerika’nın rolü ve onayı olduğu gibi, bu son olayda da Büyük Şeytan Amerika’nın rolü bariz bir şekilde ortaya çıktı. İslam ümmeti içerisinde topluluklardan tutun da aynı ülke içerisindeki en ufak gruplara kadar bütün Müslümanlar arasına fitne tohumunu atan ABD, devşirdiği kini İslam ümmetine karşı vakti geldiğinde silah olarak kullanmaktadır.”

Evet, 1946’da coşku seliyle karşılanmış Coniler, Türkiye kamuoyundaki imajı 1950’lerde Kore savaşında “Kan Kardeş,” Kıbrıs sorunuyla birlikte “Kalleş,” 1970’lerde “Katil,” Özal zamanında ise  “Stratejik Ortak,” 2016 yılında ise “Şeytani” bir “Üst Akıl” olarak kurgulanmıştır. Türkiye’de yükselen hezeyanlara ve yaşananlara baktıkça, yakın bir gelecekte bu tip algıların ve Amerika imajının değişmesi beklenmemektedir. 

 

 

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar