Geçen hafta Toplumsal Yakınlaşma ve Uzlaşma Endeksi (SCORE) araştırma sonuçları bir toplantıda paylaşıldıydı. ABD Büyük Elçisi Konig de o toplantıda konuşurken umutsuz bir ifadeyle “Türk ve Rum halklarının gitgide birbirlerinden uzaklaşmaya başladıklarını” söylediydi. Aslında doğru teşhis, “tüm gayretlere karşın iki halk arasında istenen yakınlaşmanın sağlanamadığı” olmalıydı.
NİÇİN? Cevabını vermeye çalışmadan önce bir hatırlatma yapayım: 2003’de kapıların açılmasından sonra iki halk Güney’e ve Kuzey’e o kadar yoğunluğunca geçtilerdi ki “bugüne kadar Türklerle Rumlar hiç bu kadar iç içe olmadılar, bu kadar samimi ilişkiler kurmadılar” demek gereğini duyduydum! Durum, savaş sonrası yaşanan “barış” ortamından kaynaklanıyordu. Birbirlerinin mülklerini, topraklarını gasp ettikleri halde, Kuzey’e ve Güney’e ziyaretleri esnasında sanki bu olay kaçınılmaz bir kadermiş gibi karşılandıydı.. Belki de dünyada eşi benzeri görülmedik bir savaş sonrası dinginiydi!
PEKALA SONRA NE OLDU? Her ne kadar Güney’den Kuzey’e hâlâ yüzde kırklar otuzlar oranında bir genç Rum nüfusun geçmediği söyleniyorsa da 2003’den sonra iki halkın öncesinden çok daha yoğunluğunca bir arada olduğu gerçeği yadsınamazdı. Ta ki “barışçı çözüm çağrıları” ardından, dürte kaşıya, uğraşa didine iki halkı birbirlerinden soğutup iki “hasım” haline getirene kadar!”
KİMDİ BU İŞGÜZARLIĞIN SORUMLULARI? Çok kısaca kendilerini “barış ve çözüm havarisi” olarak tayin eden bazı siyasi partilerimizle mensuplarının ve AB’nin! Çünkü Hiçbir devrede “birleşik” olmamış Kıbrıs’taki Türk ve Rum haklarına “birleşik Kıbrıs” modeli de biçtilerdi, yumuşak federalizm de! Kantarın topuzunu kaçırdıklarında ise “Türkiye aramızdan çekilirse biz Türk ve Rum halkları pek alâ da bu adada barışçı çözümü tesis ederiz” demeye başladılardı! Ardından örgütlenmeler tabi!
ASIL OLAN FECAAT ŞUYDU: Barışçı çözüm için kendilerini “Türk halkının kurtarıcıları” tayin edenler, Güney’de faaliyet gösterirlerken, Rum’un ve AB’nin çok hoşuna gideceğini bildikleri ve belki de bunun için ödüllendirilecekleri gerçeklerinde Kuzey’e tükürdüler! Dopra dopra yazalım mı? Türkiye’nin istilacı olduğunu söylemekle kalmadılar, örgütlenip yaydılar da! İki devlete dayalı çözüm yanlısı Kıbrıslı Türklere “faşist” de dediler, çözüm istemeyenler de!
Tarihe tükürerek iki halkın asırlarca kardeş kardeş yaşadıklarını da iddia ettiler!
Müzakereler safhasında Rum’un her türlü engel ve muzırlığını görmek istemeden sürekli Türk müzakerecileri eleştirdiler!
Okullardaki ders kitaplarından Kıbrıs Türk halkının mücadele tarihini silip çıkarıp atmaya doyamadılar!
Rum’un jenosit hareketlerini “Türkler daha beterini yaptılar” diyerek aklamaya kalktılar!
Ve Kıbrıs Türk halkını kamplara bölmekle kalmadılar, “nefret tohumlarını” yeşerttiler…
SONUÇ: Bu sorumsuz ve çoğunun kişisel çıkarlarından kaynaklı Güney yanlısı propagandalarıdır ki Rum’a haddinin ve hakkının üzerinde tüm adaya egemenlik sereceği “cesareti” bahşetti!
KISACA: İki halkın birbirinden uzaklaşmasının sorumluları “içimizdeki sorumsuzlardır!”
**********
Biz Kemaller’le büyüdük: (Yaşar Kemal o Kamaller’dendi)
Biz Kemal’lerle büyüdük: Mustafa Kemal Atatürk… Namık Kemal… Kemal Tahir… Orhan Kemal… Ve Yaşar Kemal… Bizim kuşak için “Kemaller” ufkumuzun pencereleri oldular. Bizler “onlarla” tanıdık Türkiye’yi… Sadece Türkiye’yi değil elbet. “Halkı!” Dolayısıyla “Sol”u! Dahası “insanlığı!”
“Onların” romanları, şiirleri, ilke ve mücadeleleri gün geldi mücadelelerimizin mayaları oldular… Mustafa Kemal’le Kurtuluşu, özgürlük ve egemenliği öğrendik…
Kemal Tahir’le Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan o büyük yolu yürüdük.
Orhan Kemal’le Anadolu insanının meşakkatini, insanlığın insansızlığına tanık olduk.
Ve Yaşar Kemal’le hem Çukurova’yı hem de Türkiye halkını nakşettik kafamıza. “İnce Memed”le başlayan Yaşar Kemal serüvenini Türk edebiyatının harikası olarak yudumladık… Hem de yıllarca süren bir doyumsuz aşkla…
Nitekim kitabın ilk baskısını okuyanlardandım. Deniyordu ki Yaşar Kemal ustalık döneminde yazacağı romanını ilk önce yazdı. Bir daha da İnce Memed efsanesinin üzerine hiçbir romanı ile çıkamadı.
Ne var ki ben onun “Demirciler Çarşısı”nı da yudumladıydım okurken, öteki bazı romanlarını da…
YAŞAR KEMAL’İN MÜTHİŞ BİR ANLATIM GÜCÜ VARDI: Onun “kelimeleri” kraterlerinden lavlar gibi fışkırıp anlamlarının çok dışında anlamları ile dökülürlerdi önünüze.. Önceleri abartılı buldumdu bu anlatımı… Sonra “pekala ama dediydim, insan gerçekten bu değil mi?” Kendi içinde sürekli indifa eden! Ki “insanın” düşüncelerine varmak, anlamak mümkün değildir… Gözünüzün içine bakarken, konuşurken, vücut dilini kullanırken, “ben bu insanı işte şimdi tanıdım” diyebilir misiniz? Mümkün mü tüm o tepkilerin sırrına varmak!
Yaşar Kemal işte o “insanları” konuşturup, olaylardan olaylara koşturtan, mucizeler gösteren halk kahramanları olarak hikâyeleştirirken, sadece beyinlerine girmedi, ta ruhlarının derinliklerine de indi…
NOBEL’İ ALAMADI: Çok ama çok yazık oldu… Yıllar öncesinden daha ilk Romanı İnce Memed’le Nobel Edebiyat Ödülü’nü almalıydı. Neyse o ödül yıllar sonra Orhan Pamuk’a nasip oldu…
Ne diyordum. Bizim Kuşak “Kemaller’le” dahası Fakir Baykurt’lar, Makal’larla yetişip büyüdükçe Yakup Kadri Karaosmanoğu’larını, dönemin şairlerini de hatmettilerdi. Onların her romanı her hikâyesi her şiiri bizi Kıbrıslı Türk halkı olarak hep bilediydi…
Ruhunu şad etmek için bir Yaşar Kemal romanı alıp okumaya başlayacağım. Ruhu şad olsun…
**********
Kısaca takıldığım: Fidan dikme mevsimi geldi de!
İlkbahar geldi gelecek… Tam zamanıdır dağları taşları ovaları tarlaları fidanlarla dolduracaklar! Geçmişte de görürdük. Hay haşiminan iki üç kişi bir yere gelirler ucunda “çevre doğa” yazan bir Dernek kurarlar, hem dört mevsim açıklama üzerine açıklama yaparak yürekleri ile hissiyatlarının bu memleket için ne kadar çok çarptığını ispat ederler hem de “eğer bir gün siyasi kulvarda koşacaklarsa adları ve sanları ile kulakları delerlerdi!
Ve bizim çevreciler yine fidan dikmeye başladılar!” Bundan sonra sık sık hem fotoğrafları hem gazetelerdeki haberlerini görüp okuyacağız. Ne var ki:
FİDAN DİKMEK KOLAYDIR: Asıl sorun dikilen fidanların yeşertilip ağaç olmalarıdır. İşte bunu çok az “çevreci örgüt” başarmaktadır. Çoğu STÖ’leri devletten tedarik ettikleri fidanları ekmekte ama sonrası tüm “bakımlarını” ya Allah’a bırakmakta yahut Devlete! Sonuç? Sulanamadıkları için çoğu kuruyup mahvolmaktadır.
KISACA. İdamesini sağlayacaksanız fidan dikin! Çünkü bu fidan dikmeler memlekete yaşatılan “köpek faciası” benzeri bir başka müzmin sorun yaratıyor. Nitekim önüne gelen modadır diye köpek alıyor, bir süre besliyor sonra bıkıp usandığında yollarda bellerde bırakıp “ne halin varsa gör” diyor!” Memleketin nasıl Köpekler sorunları ile boğuştuğu ortada. Bari fidan dikme olayını benzetmeyelim!