Dün, yarınları devralacak olan bugünün gençlerinin Kıbrıs tarihini iyi bilmediklerini yazdımdı. İnsan bilmediği konularda kolay aldatılır! O aldatmacayı da yazdımdı, şöyle ki:
“TÜRKLERLE Rum’lar bu adada kardeş arkadaş gibi hiç yaşamadılardı!” Aksine yıllar hırgür ve savaşlarla geçti! Bu kadersiz süreç de iki halk arasında dostluğu değil, husumet ve düşmanlığı kökleştirdi.
FAKAT: Adadaki Türk ve Rum halklarını ayrıştıran asıl büyük etken, İngiliz koloni döneminden beridir Rum halkıyla kilisesi ve liderliğinin adayı Yunanistan’a ilhak etme mücadeleleridir!
Daha Osmanlı imparatorluğu idaresinde başlayan bu “Enosis mücadelesi” İngiliz sömürge döneminde çok daha açık seçik sürdürüldü! O kadar ki Rumlar İngiliz sömürge valisine Enosis için 1879’larda muhtıra bile verdilerdi! Sonrası da yağmur gibi yağdı ki adadaki halkların ömürleri bu “enosis çemberi” içinde geçti!
ARTIK BİTTİ Mİ? Bitmediğini 1974’de Yunan cuntası ile adadaki Eoka ve Sağcı milislerin Makarios’u bir darbe ile etkisiz hale getirerek adayı Yunanistan’a ilhak etme teşebbüslerinden biliyoruz!
Nitekim 1974 Barış Harekâtını Ecevit büyük bir politik dirayet ve basiretle gerçekleştirmemiş ve garantörlük hakkından doğan adaya tek taraflı müdahaleyi kullanmamış olsaydı; bugün tarihin Türk halkı ve Kıbrıs için ne yazacağını mevcut siyasi gelişmelere de baktığımda “bilemiyorum” diyorum ama bir yandan da Allah acıdı diyorum! BİLDİĞİM ŞUDUR: Enosise karşı bulduğumuz panzehir “taksimdi!” Aslında Taksim fikrini ortalara atan İngiliz’di! Buna karşın 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti bu “taksim” fikri üzerine kurulmadı! Tam aksine iki halkı ileride “çoğunluk azınlık” dengesizlikleri ve Rum’un bitmeyen Enosis hayalleri nedeniyle yeniden karşı karşıya getirecek “üniter Kıbrıs” esasında oluşturuldu! Zaten bir buçuk yılda da yıkılıp gitti!
KİM KAZANDI? İki asırdır Enosisi gerçekleştirmek için denemediği hiçbir politik manevrası kalmayan, başaramadığı yerde savaşlara kadar varan kanlı hareketlerle eylemlerine karşın Rum tarafı değil elbet!
Kazanan Enosis’e karşı “taksimi” savunan Türk halkı oldu! Hâlâ da bu siyasi görüş, “iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı Türkiye’nin fiili garantisini içeren toplumca bir uzlaşıda ‘çözüm önerimiz’ olarak devam ediyor!”
Tabi ki farklı görüşlerde olanlar da var. Mesela 1963’lerden sonra çok uzun süre Kıbrıs Cumhuriyetine dönülmesini isteyen kesimler vardı! Anastasiadis de müzakerelere başlarken gönlündeki aslan “KC’ini evrimleştirecek bir federal sistemdi!”
SONUÇ: Anlaşılması gerekir en iyi çözüm “Kuzey-Güney” gerçeğinde oluşturulacak yumuşak federal sistemdir. “İki ayrı halk iki ayrı devlet!” Hadi söyleyelim: TC’nin garantisini de içeren Konfederal sistem! Eide yeniden masa kuracaksa bu düşünce ile kurmalıdır!
_______________________________________________________________________________
GELDİĞİMİZ YER: (ÇELİŞKİLİ VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ!)
İki bölgelilikle iki toplumluluğu ve devleti savunurken gözümüz hep bizi “yönetenlerin” üzerinde oluyor. Çünkü bu savunmayı yaparken “güçlü olmalıyız” temennisi “iyi yönetilmeyi” çağrıştırıyor! Sadece masa başında sağlanacak çözüm değil! “Kalıcılığı ile çözüm” murat ediyorsak, KKTC’yi güçlüce bu amacın kapsamına sokmamız gerekir.
Oysa başaramıyoruz! Devlete inanıp savunurken, Yönetim erkinden kaynaklı yapısal kusurlarımıza baktıkça “yoksa layık değil miyiz” yeisine kapılıyoruz!
Saptamamız gereken siyasi ve sosyoekonomik plan ve programlarımızla uygulamalara baktıkta, KKTC’yi ne kadar sağlıklı bir çözüme ve geleceğe hazırladığımız gitgide şüphelerimizin karamsarlığında daha çok kararmakta! Çünkü:
Düzgün, istikrarlı bir devlet olamıyoruz! Üstüne üstlük tanınmamış bir devlet gibi değil (ki hâlâ seferberlik toplumu olmalıydık) bir dünya devleti gibi siyasi ve ekonomik tasarruflarla çapımızın üzerinde kurgulanıp yapılanmaya çalıyor dolayısıyla yaptıklarımızı da berbat ederken, hanemize başarı namına tek çentik atamıyoruz! Hadi bir ikisine bakalım:
MESELA: Bizi tanıyan tek devlet yokken on yedi tane üniversite kurup yedi düvelin öğrencilerini KKTC’ye yığmanın hikmeti nedir?
Evet bir iki üniversiteye ihtiyacımız olabilirdi zaten “üniversitelerimizde öğretim görevlisi olabilecek insanlarımız anca yetecekti! Nitekim vakti zamanında DAÜ’nün rektörü Özay Oral “bak derdi, üniversitemde üç tane dünya çapında profesörüm olsa ben bu okulu ne yapardım!” Kısaca kariyerin önemini vurgulardı..
HİLKATA bakın ama! 17 tane üniversiteye yetecek “öğretim görevlisi” bulup buluşturanlara nazire, devlet, kendi hastanesinde bir onkoloji uzmanını bile barındıramaz duruma düştü!
Var mı bu büyük çelişkinin mantığını anlayacak biri? Ki o Üniversitelerde “tıp fakülteleri de vardır doktor mezun etmektedir, fakat devletin hastanesinde doktor yoktur!
Geldiğimiz yer bu kadar çelişkili ve düşündürücü!
_______________________________________________________________________________
KISACA TAKILDIKLARIM. (YANLIŞ VE FALSOLU ÖĞRENCİLER SORUNU!)
Farkındasınız gitgide Afrika kökenli öğrencilerin sorunlarıyla daha çok tanışmaya başladık! Hayır üniversitelerinde değil! Ya nerede? İşte!
Vızır vızır gidip geldikleri kiralık arabalarda! Taksi ve özel arabalarıyla yollarda! Dolayısıyla neden oldukları trafik kazalarında hatta ölümlü kazalarda!
Lokantalarda garsonluk, inşaatlarda işçilik, yollarda taksicilik yaparlarken görüyoruz onları!
Uyuşturucu, kadın, hırsızlık, gasp, kavga gibi illegal olaylara karıştıklarında, gazetelerdeki haberleri yayımlandığında okuyup ne yaptıklarını anlıyoruz onların!
Ve artık görüldükleri her yerde insanı korkutup ürkütmelerinden dolayı duyulan tedirginliklerimizle hissederiz onları!
Gördünüz mü ne yaptık! Para kazanma uğruna memleketi bakkal dükkânı açar gibi üniversite doldurduk! Tanınmış bir devlet olsaydık bunu yapamazdık, çünkü bağlantılı olduğumuz AB gibi “birlikler” örgütler dünyanın ilgili eğitim kurumları hesap sorarlardı bizden! Neyse ki hâlâ korkumuz yok! İstediğimizi yapacağımız bir Kuzey yarattık sonunda, dünya bir yana biz bir öte yana!