RUM LİDERLİĞİNİN MUZIRLIĞINI ANLAMAYA ÇALIŞIYORUZ - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Salı, Nisan 23, 2024
Köşe Yazarları

RUM LİDERLİĞİNİN MUZIRLIĞINI ANLAMAYA ÇALIŞIYORUZ

Anastasiadis’in veya Rum Ulusal Konseyi’nin siyasi muzırlığını anlamaya çalışıyoruz.
Papadopulos’tan kalma “fonksiyonel çözümü” “Türkiye’den korktukları” için mi yoksa tümden adanın egemenliklerine girmesi için mi istiyorlar?
Tabii psikolojilerini de anlamaya çalışıyoruz. Şöyle ki “Kıbrıs Helendir Helen kalacaktır” saplantısı içinde midirler yoksa “nüfus ve mülk çoğunluklarına” sahip olmalarının getirdiği haklılık iddiasında, adanın kendilerine ait olduğunu mu sanmaktadırlar?
Ve tarihi yönden de anlamaya çalışıyoruz: Hem Osmanlı hem İngiliz sömürgesi dönemlerindeki “bağımsızlık mücadeleleri ile isyanları” sürecinde…
Ve tabii anlayamıyoruz! Şu yönden:
BİR: Eğer federal sistemde tek devlet, tek kimlik, tek egemenliği Türkiye’nin adaya Kuzey üzerinden olası müdahalesinin önünü kesip etkisiz hale getirmek için istiyorlarsa, bu “istek” tam bir paranoya olmalıdır. Çünkü Türkiye’nin Kuzey’de etkin bir siyasi egemenlik kurmak gibi niyeti hiç olmamıştır bunun da ispatı, desteklediği Annan Planı ile menkuldür. Enteresandır ama Kıbrıs Türk halkı da zaten bir TC egemenliğinden yana değildir, AB’li olmak istemektedir.
İKİ: Yok eğer Anastasiadisli Rum liderliği Kıbrıs’ı Akdeniz’deki Yunan adaları silsilesinde Helenizme hediye edeceği kalesi olarak görüyor ve bu ideasının önündeki tek engelin adadaki Türk toplumu ile Türkiye olduğunu zannediyorsa, olay daha vahimdir. Çünkü böylesi “tek egemenlik” formülü ile adaya sahip olma siyasi taktik değil, büyük bir hayaldir!
ÜÇ: Adadaki egemenliği ele geçirmek için Osmanlı döneminde de İngiliz Sömürgesi ile de mücadele ettiklerini biliyoruz. Ancak hep adadaki Türk halkının varlığını “yok” sayarak! Eğer hâlâ bu “tutumu” sürdürüyorlarsa “tarihi hata” yapıyorlar çünkü buna “ırkçılık” denir, Anastasiadis’e de “ırkçı!”

ORTAK AÇIKLAMA KONUSUNDA NEDEN UZLAŞMAYA YANAŞMIYORLAR?


Çünkü Anastasiadis masaya oturursa “Kuzey’deki defakto Türk Devleti’ni” tanımış olacaktır… Pekala öncesi müzakerelerde durum neydi?
Masaya oturdukları için tabi ki Kuzey’deki defakto Türk Devleti’ni tanımak zorunda kaldılardı. Nitekim bu “tanıma” Annan Planı’na da “iki kurucu devlet” olarak yansıdıydı. Bu kez maymunun gözü açılmış olacak Rum cephesi mandepsiye basmak istemiyor… Dolayısıyla masaya “tek egemenlik altında tek devlet olarak” oturmak istiyor ki üzerine açacağı federal şemsiye’nin altında “Rum çoğunluğuna dayalı siyasi ve ekonomik egemenlik” de olsun…
Hep sorarız, hadi bir daha soralım ama: “Annan güzel mi ya?”              
**********
SN. ATALAY DÜRTÜYOR MU BÜTÜNLEŞTİRİYOR MU?
Önce şunu hatırlatayım: Rum halkı ile Türk halkı arasında benim yaşayıp gördüğüm için söyleyebildiğimce, her zaman iki büyük fark oldu:
Rumlar: Kıbrıs’taki mücadelelerini her zaman “kiliseden” aldıkları direktifler içinde sürdürdüler! Önlerinde her zaman Başpiskopos Makarios gibi liderleri oldu, peşlerinden sürüler gibi gittiler!
Türkler: Hiçbir devrede “cami” çıkışlı olmadılar. Fakat arkalarından gittikleri liderleri ne Yorgacis, Papadopulos, Grivas, Samson gibi kanla beslenen faşistlerdi ne Kilise papazları misalinde İmamlardı… Avukatlar, doktorlar, öğretmenler, toplumun ileri gelen ekabirden insanlarıydı…
Rum asırlarca Türk düşmanlığı ile beslendi…
Türk ise adada eriyip gitmemek için “var olmak” inisiyatifi ile mücadele etti.
Rumlar hep ırkçı oldular, hedeflerini hep adadaki Türkleri defetmek üzerine yörüngelediler! Türkler ise ispatı ortadadır hala “barış çözüm” diyerek “bu Rum’a” ricada bulunan taraf oldu…
Ecevit’in lafıdır: Rumların mücadelesi kilise dolayısıyla din üzerinden gelişmiştir. Türklerin mücadelesi ise millet mefhumundan kaynaklanmıştır…
Bunları hatırlattıktan sonra gelelim konuya:
DİN İŞLERİ BAŞKANIMIZ TALİP ATALAY NE DİYOR?

Rum tarafındaki papaz ve öteki azınlıklarının dini lideriyle de görüşmeler yapan bu nedenle “tabuları” yıkarken Kıbrıs’a yeni bir “barışçı vizyon” getiren Talip Atalay’ı izliyoruz. Artık haberlerde daha çok yer alıyor… Kıbrıs Türk halkını “anladıkça” daha çok “anlatıp teşhislerde” bulunuyor…
Ancak bazı söylemleri gücümüze gidiyor: Mesela diyor ki “Eskiden Kuran öğretmek devrim gibi algılanıyordu. Ve bu yüzden yasaktı. Üç yıl önce başlattığımız eğitim çalışmasıyla 400 öğrencisi olan ilahiyat kolejimiz var…”
Sn. Atalay hangi “eskiden” bahsediyor bilmiyorum. Mesela 1915’li yıllardan mı? Biline ki cami kenarlarındaki tek odalı okullarda İmamlar, “elif lam cim” diye bir yandan Arapça harfler öğretirlerdi öte yandan da Kur’an’ın ayetlerini ezberletirlerdi. Her kim bütününü ezberlerse “hafız” olurdu. Dedemin babası İmamdı… Dedem Hafız olduydu, babam da kurbanları! Çünkü okullar sadece “Arapça ve Kur’an’a dayalıydı.” Okumakta müşkilat çekenler babam gibi hamal olurlardı!
Fakat aynı dönemlerde Rum’un okullarında matematik, tarih, coğrafya okutulurdu. Kiliselerinden de “Meğalo İdeaya sarılı Enosisli faşizm çıkardı…”
Olaya gelelim. Türk halkı dinine hep bağlı kaldı. Sömürge döneminde Cumaları camilerine Türk bayrağı çekmek, Evkaf’ına sahip çıkmak için İngiliz’le mücadele etti. Orucunu da tuttu, Cuma’sına, Bayramına da gitti, ibadetini yaptı…
1963’den sonra Rum’a karşı direnirken yediden yetmişe adı “mücahit”ti… Ve anlamının “Din yolunda savaşmak olduğunu” biliyordu…
Ha, Kur’an öğretimi ile ilahiyat fakültesi? Tabii dini tedrisat söz konusu olurken olması gerekenler… Ancak eğitimde “sanayileşme çağına uygun insanlar” yetiştirmenin bile artık terk edilip yerine “kompüter, Bilişim çağının” oturduğu gerçeklerde, geleceğe hazırlayacağımız genç insanların eğitim öğrenimlerini çok daha akıllıca saptamamız gerekir…
Hayır: Ne dini eğitimi dışlıyoruz ne de din adamlarımızın kendi ülkemizde yetişmesine takılıyoruz. Sadece Kıbrıs Türk insanına bakıp bakıp, “amma da dinsizler” imajına sarılı inancın saplantı haline getirilmesinin yanlış olduğunu söylüyoruz. Ve çok dürtmeyin diyoruz! Zaten Türkiye’de öylesi bir din anlayışının nelere yettiğini görüyoruz! Aman bize de bulaşmasın!

**********      
TRAFİK SORUNUNDA GEREKLİ OLAN EĞİTİM OLAYINI ATLADIK!
Trafik gitgide günlük hayatlarımızın “kabusu” haline gelmeye başladı. Küçük ülkede “bu kadar da olmaz” dedirten ölümlü kazalar artarken artık günün belirli saatlerinde yollara çıkmak “sırat köprüsünden” geçerek salaha ulaşmaya çalışmak kadar şansa kaldı.
Trafik kazalarına sebebiyet verenlere “canavar” demekle de bu iş bitmiyor, ölenlerin ardından ah vah etmeden de bu sorun kapanmıyor.
Çok utanç verici ve çok günahtır: Avuç içi kadar ülkede şu kadar insanın her gün yüzlerce kazaya sebebiyet vermesinin akılla izahı olamaz!
Oysa sorunu çözmek mümkündür: “Herkes trafik kurallarına uysa bu iş biter.” Dönüp geliyoruz o “herkes” lafına. Ve soruyoruz: Biz evlerimizde, aile bünyelerimizde, okullarımızda, şu veya bu müesseselerimizde, trafik kurallarına da uymaları gereken insanlar mı yetiştiriyoruz?
Trafiğe çıktı mıydı kurallara uymanın yanı sıra “korumacılık, saygı ve sevgi duygularında” hareket eden insanlar mı yetiştiriyoruz?
Trafik altyapısını, biz insanların bütün dikkat ve kurallara uymalarına karşın anlık zafiyetlerini de düşünerek, büyük kazalara neden olunmaması tedbirlerinde mi oluşturuyoruz?
Trafikte, aklı ile ayaklarının uyumunu, dikkat ile rikkatini makineye egemen olacak sağlıklı ve meleke sahibi insanlar mı yetiştiriyoruz? KISACA: O “herkesler” dediğimiz insan unsurunu böylesi eğitim sistemleri içinde mi yetiştiriyoruz? Yetiştiremiyorsak gün gelecek yollarda araba süremeyecek hallere düşeceğiz!
VE EKLEYELİM. Belki yirmi beş yılı aşmıştır. Trafikteki kazaların arttığı dönemler yeni yeni başladıkta mesela ilkokulların müfredatlarına trafik kitapları ile birlikte trafik dersi de konmuştu…
O genç nüfusun çoktan yetişmesi, çoktan trafikte olumlu etkisini göstermesi bekleniyordu…
İşte görüyoruz! Sıfıra sıfır elde var sıfır. Öyleyse o trafik eğitimine bu kez ilkokuldan liseye, üniversitelere kadar yeniden başlayın! Ancak 30 yıl sonrasını kurtarırsınız!

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar