Rol modelimi kaybettim - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 18, 2024
Köşe Yazarları

Rol modelimi kaybettim

Bekir Azgın

Rol modelim olan Hüsnü Feridun’u geçenlerde kaybettik. Aslında iki rol modelim vardı. Öteki “Sinekçi Aziz” olarak bana tanıtılan Mehmet Aziz’di. Bu rol modeller, babamdan bana kalan kıymetli miraslardı.

Babama göre, Kıbrıs’ın yetiştirdiği en büyük insanlar Sinekçi Aziz ile Dr. Hüsnü Feridun’du. “Hüsnü bey ne doktorudur?” diye sorduğumda “Bilim doktorudur” derdi ve ben hiçbir şey anlamazdım.


Babam gündüzleri ovada, kooperatif şirket kâtibi olduğu için akşamları da şirket binasında çalışırdı. Çocuklar annelerine emanetti. Bana bunları geceleri tavşan avına gittiğimiz zamanlar anlatırdı. “Geceleri ava gidilir mi?” diye sormayın çünkü gidilir.

Sırasıyla anlatayım: Bodamya ile Piroyi arasında babamın bir tarlası vardı. Yanılmıyorsam annesinden kendisine miras kalmıştı. Bizim tarla ile Yalya deresi arasında, farklı tarlalarda altı kuyu vardı. O kuyulardaki motorlar saatlerce çalışır tarlalara su aktarırdı. Babam senede iki ürün almak amacıyla o tarlaya kuyu kazdırmayı uygun buldu. Bir Rum, bir Türk kuyucu tuttu ve kuyuyu kazdılar ama bir damla su bulamadılar. Ziya Paşa’nın dediği gibi “Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez / Bârân yerine dürr’ü güher yağsa semâdan” (Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.)

Bir müddet sonra bizim tarlaya bitişik olan ama dereye doğru uzanan bir tarla satılığa çıktı. Babam birkaç kuruş daha fazla vererek tarlayı satın aldı. Yaz aylarında kuyu kazıldı. Bu defa su bulundu ve motor takıldı. Ne var ki su yeterli değildi.

Babam, lağım kazılırsa bütün gece orada biriken suyla epey sebze sularız. O kazdı, ben lengere doldurup çengele taktım, annem çekerek boşalttı. Lağımın çeşitli yerlerinden su damlardı. Dolayısıyla bir süre sonra sırılsıklam olurduk.

Babamın tahmin ettiği gibi lağım kazılınca su, bahçedeki sebzeleri idare eder oldu. Bu defa sebzelere keklikler ve tavşanlar musallat oldu. Keklikleri elimize aldığımız bir tenekeye bir odunla vurarak gürültü yapıyor ve onları ürkütüp kaçırıyorduk. Ama tavşanlar gece geç saatlerde geldikleri için bir şey yapamıyorduk. “Bunlarla başa çıkmanın tek yolu bunları lalangı yapıp yemektir”  dedi babam. İyi de bunları yakalamadan lalangı yapamazsın. “Nasıl yakalayacağız?” diye sordum. “Gece avına çıkacağız” diye yanıtladı.

Birkaç gün erkenden kalktık, gidip bahçenin etrafındaki monobadileri (patikaları) inceledik. Bana hep aynı gibi görünen ayak izlerine bakıyor ve “Bu köpek, şu tilki, bak bu tavşan izidir” diyordu. Sadece tavşan ayak izi olan dar bir monobadiyi göstererek “Buraya tuzak kuracağız” dedi.

Akşamleyin kaş kararmadan sözü edilen yere gittik. Babam işaret parmağını ağzına sokup çıkardı ve havaya kaldırdı. Rüzgârın estiği aksi istikamette bulunan bir ağacı göstererek “Geceyi orada geçireceğiz. Git etrafta ne kadar hayvan dışkısı varsa hepsini topla ve bir yığın yap” dedi.

Gecenin belli saatinde sivrisinekler saldırıya geçince babam kalkar önce sigarasını sonra da bizim “fışkı” dediğimiz dışkıları yakar ve etrafa bol duman salmasını sağlardı. Uyumak mümkün olmadığı için yanan fışkıların etrafında oturur ve babam bana Sinekçi Aziz’i ve Hüsnü Feridun’u anlatırdı.

Sinekçi Aziz’i tanıması tuhaf değildi çünkü 1950 yılında adada sıtma hastalığının yok edildiği ilân edildi ve Mehmet Aziz emekliye ayrılıp Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne profesör atanmıştı. Ne var ki Hüsnü Feridun 20’lerinde veya 30’larında bir gençti. O sıralarda ya öğretmenlik ya da maarif müfettişliği yapıyordu. Babam neye dayanarak bu adamı bu kadar övüyordu, hiç bilmiyorum. Ben onu yaşlı bir adam olarak tahayyül ediyordum.

Hayatımın sonraki aşamalarında ikisiyle de tanışma şansına sahip oldum. Mehmet Aziz’le komşu olduğumuz için birçok defalar buluşup sohbet etmişizdir. Bir defasında ona şu bahis işini sormuştum. Kıbrıs ile Sicilya yetkilileri, bahse girmişler sıtmayı hangisi önce kurutacak diye. Bahis sonucu Kıbrıs, bir gemi dolusu şarap kazanmış. Babamın anlattığı hikâye özetle buydu.

Mehmet Aziz bey gülümseyerek “Bahis konusu doğru ama kazanılan şarap fazla mübalağa edildi” dedi, “Bir kasa şarap söz konusuydu. Benim payıma da bir şişe düşmüştü. Şişeyi açmadım, hatıra olarak saklıyorum”. O şarabın ne olduğunu çok merak ediyorum.

Hüsnü bey, Maarif müdürlüğünden sonra 20 yıl Birleşmiş Milletlerde çalıştı. Oradan emekliye ayrılıp Kıbrıs’a döndü ve Denktaş beye eğitim danışmanı oldu. Ben kendisini o vesileyle tanıma olanağını buldum.

Hüsnü bey de kardeşi Oktay bey de keskin bir zekâya sahiptiler. Espri yapmaya bayılırlardı. Mizah, hayatlarının bir parçasıydı. Bir defasında, hafızam beni yanıltmıyorsa, mimar olan bir kardeşlerini daha tanıdım. O da öteki ikisi gibiydi. Üçünü bir araya getir, onlar konuşsun sen kahkaha atasın.

Hüsnü bey, inanılmayacak derecede alçak gönüllü bir insandı. Benden büyük olmasına rağmen bana hiç adımla hitap etmezdi. Ya “hoca” derdi ya da “hocam”. Nedenini sormaya cesaret etmedim. Halbuki ben doktora sahibi olmuşsam biraz da babamın bana tanıttığı rol modelin doktoralı olmasından kaynaklanıyordu. Bana hiç hocalık yapmış olmasa da aslında o benim hocamdı.

Dumanlı ortamlarda babamın anlattığından daha büyük bir adamdı. Allah gani gani rahmet eylesin.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar