KÖŞEMDEN:
Yıllar ve yıllarca yürürken, yürüdükçe tükenen hayat yollarında.. Hiç bakmak gereğini duymazsınız geride bıraktığınız zamanlara…
Ta ki artık yürüyecek yolunuzun kalmadığını görene kadar..
İşte o gün insanın “kemale” erdiği fiosof olduğu o son duraktır! Bir kelimeden bir ömürlük hayat hikâyesini çıkarması hatta yazmasıdır..
Belki hatırlandıkça yeniden yaşadığı sevinçleridir.. Belki aklına her geldiğinde bir sinek gibi kovduğu pişmanlıkları!
Belki de vicdan sızılarıdır “keşkelerle” yakınılıp sızılarla hayıflanmaları!
Kaybettikleridir belki de.. Sonrası bir ömür boyunca bir daha kazanamadıkları!
Yada faziletidir: “Her hatırladığında duyduğu gururu!”
Veya hatırlamak bile istemediği budalalıklarla saçmalıklarıdır.. Ki düşündükçe kızarmakta hâlâ yüzü..
Belki de utancıdır, acısıdır! Asla anlatamadığı günahları!
*****
Yıl 1958’ler olmalı.. Öncesi yıllarda Mağusa Namık Kemal Lisesi’inde öğrenciyiz.. Kıbrıs’ta ilk kez İngiliz sömürge yönetimini silkeleyip ötelere savururken, Türkiye’nin “Eğitim öğretim” kanatları altına girdiğimiz yıllar..
Türkiye’den en seçkin öğretmenlerin geldiği, Namık Kemal Lisesi’nin ilk kez Lefkoşa Türk Lisesine fark attığı bir dönem..
Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının, eğitim yoluyla birbirlerine bir daha hiç kimselerin çözemeyeceği bağlılık düğümleriyle bağlanıp bütünleştiği yıllar. *****
İŞTE o yıllarda Namık Kemal Lisesi Müdürlüğü… Eğitimin bir parçası yanı sıra.. “Anavatan yavruvatan bütünleşmesine bir perçin daha atmak hedefinde.. “TC’deki bazı liselerin öğrencileriyle mektuplaşacak öğrencileri tespit ettiydi..” Öğretmenlerim beni de seçtilerdi..
Mektup arkadaşım Ankara Kız Lisesindendi.. Tutun ki adı (mesela) Güliz’di.
İki yıl süreyle bazen ayda bir iki bazen üç mektuba kadar varan mektuplaşmalarımız oluyordu..
Tutun ki dünyanın en masumane “mektuplarıydı.” Birbirimize hayatlarımızı anlatırdık. Ben Mağusa’yı tanıtmaya çalışırdım o Ankara’yı.. Ben ailemden söz ederdim o da..
*****
HATTA: O değil ama ben, umutsuz aşkımdan da söz ederdim.. Sevdiğim kıza yaklaşmaktan çekindiğimi değil; beni reddedeceği korkusundan! Hatta o zamanların en büyük “terbiye ve ahlâk” gösterisi olarak kabul edildiğince, “bana hakaret edeceğini, babasına söyleyeceğini” falan..
“Hayır” diyordu yazdığı mektuplarında Güliz.. “Seven insan cesur olur. Sevdiğinin yanında durur…” Ve bana ne yapmam gerektiğini anlatırdı.. Git konuş, açıl derdi..
*****
…SONUÇTA “aşkımı anlatan” mektuplar yazmaya başladıydım sevdiğim kıza.. “Sana mektubum vardır” diyerek yanına yaklaşır, “bak okuyayım” derdim.. Güler, “oku bakayım” derdi..” Okuduktan sonra da o kendine özgü kıkırdayışıyla “güzel oldu” diyerek sek sek oynar gibi yanımdan uzaklaşır, uzaktan bizi seyreden kız arkadaşlarının arasına karışırdı.. (Meğer onlar da bilirlermiş olayı. Uzaklardan seyrederlerken güle güle çatlarlarmış gülmekten.. Hiç böylesini de görmedikti derlermiş. Sevdiğine yazdığı mektubu “dur sana okuyayım” deyip okuyan birini!)
*****
ARADAN iki yıl geçtiydi. Yıl 1960 mevsim Sonbahar’dı. Mezun olmuştum ve Ankara üniversitedeydim.. Güliz’le tanışmak birbirimizi görmek zamanının geldiğini biliyordum.. Beni merak ettiğini yazıyordu zaten. Bense artık kaçınılmaz zorunluluktaki o karşılaşacağımız günü sürekli gerilere itiyordum..
Eğer birbirimizi görürsek, konuşursak onca yılın “mektup arkadaşımla” aramda oluşan empatiye dayalı o gizemli ve masum “yakınlığın” yok olup gideceğini sanıyordum..
Kendime itiraf etmekten korkuyordum ama aslında ben Güliz’e “aşkımdan” söz ederken, “işte büyük sırrım” derken.. Yoksa!..
Yoksa “Güliz” miydi asıl tutkulu olduğum.. Hatta sevdiğim kız mıydı? Bir aşkı bir başka aşkın içinde mi yaşatıyordum yoksa!
*****
BİR gün yine o mektuplarla haberleştikti: Kızılay’da “falan yerdeki o pastacı dükkânının önünde falan saatte buluşalım” dedikti birbirimize.
Her ne kadar elimde vesikalık bir fotoğrafı olsa da giysilerimizin rengine, saçımıza başımıza kadar anlattıktı birbirimize.
VE o gün geldi çattı. Öğleden sonra saat üç sıralarıydı. Ankara’nın insanın içini karartan o kendine özgü gri ve kasvetli havası çökmüştü yine..
Randevulaştığımız pastacı dükkânının önüne yarım saat önce gittiydim. Ondan önce de belki bir saat Kızılay’da volta atmıştım, vitrinleri seyrede seyrede..
Tenha bir gündü. Daha çok uzaktan gelirken gülüşünü gördümdü, “işte o” dedimdi.. Ve ben de gülerken elimi salladımdı, elini salladıydı..
Hiç sandığım kadar zor bir an değildi. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyor gibiydik. Ki onca mektuplaşmadan sonra tanıyorduk zaten.. Pastacı çok tenhaydı, kapıya yakın bir masaya iliştik… Önceleri birbirimizin yüzlerimize bakarak güldük, hal hatır sorduk..
Sonra konuşmak için bir şeyler aradık. Okullarımızdan, derslerimizden söz ettik.
Sonra anladımdı. Meğer mektuplarımızla birbirimize o kadar çok şeyler anlatmışız ki yıllar sonra karşılaştığımızda anlatacaklarımız kalmamıştı.. Hatta usanmadan anlattığım fakat artık çok gerilerde bıraktığım “aşkımı” bile..
Güzel kızdı Güliz.. Dal gibi değildi ama gülüşlerinin tatlılığında “cici” çocuklara dönüşen minyon tipiyle, belki de hayatta bir sevgili olarak yaslanacağım kadar saf ve duruydu.. *****
HATIRLADIĞIMCA ilk defa düşündümdü bunu.. Bir şey daha vardı: Düşünmek isteyip de söyleyemediğim. “Keşke yazabilsem” dedimdi hatta içimden.. Mesela “aslında ben seni sevdim” diyecektim? “İçimde yaşayan sendin…” “Öteki ise yerine geçen hayalin..” *****
O gün Güliz’le birbirimizi sadece “gördük!” Mektupların gizemi, o mektuplarda anlattığım aşk, ruh hallerim…
Pastacı dükkânının önünde, birbirimize “iyi, mesut, başarılı ve sağlıklı yıllar” temennilerinde bulunduk.. El sıkışıp ters yönlere doğru yürüyüp uzaklaşırken biliyorduk ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ne yazacağımız mektuplarımız olacak birbirimize ne de buluşacağımız bir pastane..
Aradan yıllar geçti.. Öylesi bir hatıraydı. Ki ne yazılan mektuplar kaldıydı ne anlatılacak aşklar.. Ne aşık olunacak kadınlar.. Heyhat hayat çok çabuk geçti…
NOT: Hikâye gerçektir. Ama bu hikâyeyi yaşayan bir arkadaşımdı, öldü! Ben sadece anlattıklarını kurguladım, hepsi bu..