Zamanı durduramazsınız.. Geri çekemezsiniz!
Oysa zaman olur nasıl özlersiniz “geçen zamanları.” Asla kavuşamayacağınız bir sevgiliyi özler gibi..
Zaman olur bir “ah” yetmez.. Parçalarken yürekleri, “ahlar” dökülür ağzınızdan…
…YIL: 1946.. Yeni başlamışım gitmeye emekli öğretmen Nahide hanımın Ayakserino kilisesi karşısındaki evinde oluşturduğu Anaokuluna.. Altı yedi yaşlarında, yirmi-yirmi beş öğrenci varız.. Okumayı yazmayı sökmüşüz bayağı. “Dağ başını duman almış” marşını söyleyebiliyoruz.. Resim yapabiliyor, şiirler okuyabiliyoruz ezberimizden…
O zamanlar dünyamız Mağusa surlar içi kadar. Evlerimiz yuvamızsa, hisarlarla mazgallar sığınağımız…
MAĞUSA!.. Elektrik yok! Ya petrol lambası var ya lüks..
Hisarların “atlacaklar” dediğimiz taştan yürüme yollarına çıktık mıydı altımızda göz alabildiğine uzanırdı yeşil portakal nar bahçeleri.. Hepsinde bir veya iki yel değirmeni döner gece gündüz, ha babam dönerdi..
O narenciye bahçeleri şimdilerin Sakarya Karakol bölgesinde Gülseren kampına kadar uzanır bir ucu Maraş’ın kıyısından sarkarak Derinya’da sonlanırdı… Yeşil, yeşil, Yeşil! İlkbaharla birlikte narenciye çiçeği solurduk nefes alırken. Evlerimizde yasemin kına kokuları…
AH O ZAMANLAR: Gazi ilkokulundayken biz çocuklar, Mağusa “gölü’ne” giderdik öğretmenlerimizle. “Okul gezisi” derdik o yıllarda. Çamlarla kaplı ormanına yayılır, tren kaldırıldığı için rayları da sökülen “yolunda” kalakalan dilim dilim tahta parçaları üzerinde sek sek koşardık!
Sonra Annelerimiz komşularımızla giderdik Pazar günleri göle.. Nane, marato gibi otlar toplardık.
İLK FOTOĞRAF: Şimdiki Belediye binasının yerinde Küçük bir Anglikan kilisesi, tam karşısında da şimdilerde “hayvanat bahçesi” dediğimiz “millet bahçemiz” vardı işte.. İlk fotoğrafımı beş altı yaşımdayken o bahçedeki seyyar bir Ermeni fotoğrafçı çektiydi. Makinesi körüklüydü. Başını tünel gibi bir siyah çaputun içine sokup makinenin önünden bir şeyleri ayarladıydı. Zaman zaman benden daha büyük yeğenlerimle annem halamla birlikte gider fotoğraflar çektirirdik. Bir hasır sandalyesi vardı, birisi oturur diğerleri etrafında dururdu. “Kıpırdamayın” dedikten sonra adeseyi bir iki saniye açık tutar sonra “tamamdır” derdi. Bir süre fotoğraf kartlarını makinenin hemen altındaki bir teneke çekmede “banyo yapar” sonra çamaşır maşaları ile az ilerideki demir parmaklıkların arasına çektiği sicime tutturarak kurumaya bırakırdı…
GÜZEL MİYDİ: O günler tabi.. İşte “ah o zamanlar” derken düşündüğüm: Hayır bugünlerden daha güzel olmamalıydı! Fakat ilkel ve fukara yaşamların öylesi bir asudeliği ile basitliği vardı ki beton yığınlarıyla pisliğin ve trafik keşmekeşinin içinde başımız dönerken şimdi, o günlere cennet diyeceğimiz gelmekte!
Çünkü “geçen zamanı” dar görüşlü cehaletle insanların doymak bilmez iştihasında çiğnenip tükürülen bir çevre katliamı ile geçiriyoruz…
YİTİP GİTTİ! Önce Mağusa’nın o narenciye bahçeleri “yer altı sularının kuruması nedeniyle terk edildiler kurumaya!”
Sonra yerlerine evler, apartmanlar, gökdelenler dikildi!
Kentin bakir doğasına İlk baltayı 1960’larda vurdu Makarios! Türk’ün Karakol Bölgesini “yeni liman” inşaatı ile denize kapattı!
Ardından “Türk” vurdu ikinci baltayı: Yeni Liman “serbest” hale getirilip, etrafı hisarlara nazire duvarlarla örülerek Mağusa halkının deniz kıyısında asla denizi göremeyeceği bir zindan haline getirildi!
(Halâ o “zamanları” hatırlarım acıyla! Nasıl yırtınmış, Bozkurt gazetesinde “Mağusa’yı mahvettiniz” diye nasıl aylar yıllarca yazmıştım!)
ASIL KATLİAM: 1974’den sonra geldi! Öncesinde bağırıp çağırıyordum “çarpık yapılaşmalar başladı, Kentler nazım planlar istiyor” diye!
Ki bir zamanlar portakal çiçeği kokularında solurken, artık soluk alacak beş on karışlık toprak parçası bile kalmadı mahallelerde boş! Çocukların oyun alanları yok! Başınızı kaldırıp yukarı baksanız yollarda caddelerde yürürken, gökyüzünü göremezsiniz gayrı, beton yığınları çöker omuzlarınıza, kaldıramazsınız!
MAĞUSA DA GİTTİ: Önce “Girne gitti” diyorlardı. Lefkoşa çok öncesinde gittiydi! Artık rahatlıkla söyleyebilir yazabilirsiniz: “Mağusa da gitti!” Mahalleler apartmanlarla doldu, dizi dizi öğrenci yurtlarına dönüşenleri yanı sıra sıradan otel olanları da çoğalıp yoğalıyor.
GÖL: Bir zamanlar hayalhanemizde Mağusa’nın“gölü” yaşardı. Kentin mesire yeri olacak, hatta içinde eksilmeyen suyu nedeniyle kayıklar dolaşacak, ördekler yüzecekti! Hatta diyorduk “büyük bir halk parkı olacaktı!”
Şimdi o da gitti, giderken “apartman dikecek yer mi kalmadı” diye bağırıyorduk!
Öte yandan ağaçlandırılıp orman haline getirilecek yahut toprakları ekilip biçilecek tarlalar araziler hatta bataklıklar bile evler, sirtelerle doldu, inşaatlar devam ediyor…
Ki bugünün küçük çocukları, yarınların büyükleri olup da geçen zamana baktıklarında bir ah çekerken yürekleri bin ahla yanacak, “benim Mağusam böyle miydi ya” derken.. Çünkü beterin beterine koşuyor! Ki artık zamanlar hep yitip gidenlerin “ahlarıyla” geçiyor!
NOT: Geçen günkü “TC ile Federasyon neden olmasın” başlıklı yazımı yanlışlıkla “taslak, eksik ve UBP ile ilgili olanını da gazeteye ‘başlıksız’ gönderdim.” Özür dilerim. E.Ç.