Malta İzlenimleri-6 Uyuyan başkentler ve gümüş yemek takımları - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Salı, Nisan 23, 2024
Köşe Yazarları

Malta İzlenimleri-6 Uyuyan başkentler ve gümüş yemek takımları

Fazla uzadı, farkındayım. Bu son. Akdeniz’in ortasındaki bir adalar ülkesinin Kıbrıs ve Türk tarihi ile olan bağlantısına dikkat çekmek istedim. Bu nedenle gereğinden çok uzattım.
Biraz da Malta’nın eski başkentlerinden söz etmek gerekir. Biri Birgu, öteki de Mdina (Medina okunur yani Medine). İkisi de surlarla çevrili birer ortaçağ kenti. Tüm evler sarı taştan (buriden) yapılmış. Lefkoşa surlar içinin beşte biri büyüklüğünde. Aradaki fark şu ki bu iki kentte hiçbir beton binaya rastlamak mümkün değil. Kentleri oldukları gibi korumuşlar. Sokaklarda yürürken 500 yıllık tarihi yaşıyorsunuz. Onlar kentlerini, bizim gibi bozmamışlar.
Birgu’da giriş kapısından 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra karşı taraftaki kentin limanına inersiniz. Kent içinde arabaya rastlamazsınız. En azından biz rastlamadık. Ne Birgu’da ne de Mdina’da. Limanda “aşk gemisi”ne benzeyen süper lüks yatlar demirlemiş. Belli ki Avrupa’nın milyarderleri, pahalı oyuncaklarını buralarda kışlatıyorlar.
Kentin ortasında büyük bir meydan bulunuyor. Bir tarafında büyük bir katedral, tam karşısında da küçücük bir kilise. Kilise bugün müze olarak kullanılıyor. Girişte tam karşıda büyükçe bir niş var. Nişin duvarında büyükçe bir Meryem Ana tablosu, yerde de bir minder. Konuşkan müze sorumlusu hemen bilgi vermeye başlıyor: “Büyük Üstat De la Vallette buraya gelir, mindere diz çöker ve dua ederdi”.
Müzede iki şey özellikle dikkatimi çekti. Zengin bir para koleksiyonu. Bu koleksiyon içinde Finike paraları önemli bir yer tutuyor. Maltalılar Finikeli geçmişlerini bilhassa ön plana çıkarıp onunla iftihar ediyorlar. (Kıbrıs’ta özellikle de Rumlar, Finike geçmişimizi ya bastırıyor ya da görmezlikten geliyorlar. Herhalde “Kıbrıs’taki 3 bin yıllık Helen geçmişi” klişesine halel gelmesin diye. Tarihe bugünkü gözle bakılıyor. Halbuki Pers istilâsında adada yaşayan iki toplumdan biri olan Finikeliler, Perslerin yanında Yunanlılara karşı savaşmışlardı. Tıpkı 1974 savaşlarında Kıbrıslı Türklerin yaptığı gibi.)
Bir köşede camekânın içinde eski, paslı bir kılıç duruyordu altında da bir yazı: “De la Vallette’nin kılıcı”. Müze sorumlusuna dönüp “Bu kılıcı Büyük Üstat’a yakıştıramadım. Bizim taraflarda bu tür kılıçlar eskicilerden satın alınabilir” dedim. Sorumlu izah etti: “Haklısın. Bu kılıcı savaşta kullanırdı. Üstat’ın esas kılıcı, büyük yağmada, Napolyon tarafından Fransa’ya götürüldü. Şimdi Louvre müzesindedir”. Geri alınması için herhangi bir girişim yapılıp yapılmadığını bilmiyormuş.
İsrailli olup olmadığımızı sordu. Kıbrıslı olduğumuzu öğrenince daha da çok ilgi gösterdi. Belli ki müzesini ziyaret eden fazla Kıbrıslı olmamıştı. Gidip ziyaretçi defterini getirip imzalamamızı istedi. İmzalayıp çıktık.
XXX
Valetta’dan 40-45 dakikalık bir otobüs yolculuğundan sonra Mdina’ya geldik. Uzunca bir köprüden geçip sur kapısından kente girdik. Maltalılar Mdina’yı “sessiz kent” olarak tanımlıyorlar. Kanımca “uyuyan kent” daha uygun bir ifade olurdu. Ne araba sesi hatta ne de insan sesi. Kentin sessizliği, bir çığlık gibi kulakları tırmalıyor.
Mdina bir yükseklik üzerine kurulmuş, Malta’nın ortalarında bir kale-kent. On dakikalık bir yürüyüşten sonra öteki ucuna geliyorsunuz. Buradan baktığınızda neredeyse adanın tümünü görebilirsiniz. Kurak bir ada. Yer yer üzüm bağları göze çarpıyor. Cafeler 10.00’da açılıyormuş. Oyalanmak için Katedral müzesini de gezip kahve içmeye gidiyoruz.
XXX
Yazı dizisini bitirmeden önce gümüş takımlarından da söz etmem gerekiyor. Bir yerlerde okumuştum. Malta şövalyeleri hastanede yatan hastalara gümüş takımlar içinde servis yaparlarmış. Bana pek inandırıcı gelmemişti ama buralara gelmişken gözlerimizle görelim dedik.
Sorduk, soruşturduk ve nerede olduklarını öğrendik. Gerçekten de bir odada camekânlar içinde gümüş çatallar, kaşıklar, maşrapalar, tütsülükler ve ne işe yaradıklarını kestiremediğim daha başka aletler vardı.
Nedense çatal, kaşık ve maşrapalar iki boyda idiler. Bir boyu bizim normalde kullandığımız çatal-kaşık boyu, öteki de onlardan biraz daha büyük. Gümüş maşrapalar bizim çocukluğumuzda kullandığımız alüminyum maşrapalardan oldukça daha küçüktü. Küçük boy maşrapalar, büyük bir kahve fincanı boyutundaydı.
İzah notunu dikkatlice okudum. “Hospitaliers hastanesinde kullanılan çatal-bıçak (cutlery) takımı” diye yazıyordu. Onu anladık da hastanede bu çatal-kaşığı kim kullanıyordu? (Sahi, bıçak yoktu.) Hastalar mı, yoksa doktorlar mı yani şövalyelerin kendileri mi kullanıyorlardı? Bana ikinci ihtimal, daha güçlüymüş gibi geliyor.
Çatal-kaşık takımının yanında bir de parmak kalınlığında ve bir parmaktan biraz daha uzun olan yuvarlak gümüş tübler sergileniyordu. Bunların içinde de ilaç korunduğu ima edilmek isteniyordu. Belki de gerçekten öyleydi.
Açıkçası, ben biraz daha farklı bir ihtimalden şüphelendim. Acaba Orta Doğu’yu çok iyi tanıyan ve sıkça Kudüs’e giden şövalyeler, bunların içinde burunlarına çekmek için enfiye kullanıyor olabilirler miydi?

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar