Sık görülen bir manzaraydı. Yaz ayının ateşiyle kavrulan günlerin görüntüsüne yakışan bir tabloydu. Gülümseyerek, uzaklaşan “van”ın ardından baktı. Arabanın arkası karpuz doluydu. Yemyeşil, büyüklü, küçüklü karpuzlar kim bilir biraz sonra hangi sofrayı süsleyecekti. Kim bilir hangi sofrada, hangi iştahlı dudaklardan damlayacaktı şekerlenmiş suyu. En fazla eski hellim yakışırdı ferahlatan tadına. Çocuklara dilimlenerek verilir, sineklerin yapışkan uçuşları arasında, üst-baş karpuz suyuna batar, çıkardı…
Çocukken karpuzun çekirdeklerini avluya ekerdi. Bir keresinde koca koca karpuzlar vermişti ektiği çekirdekler. Sonraki yıllarda, her karpuz yiyişinde, annesi -yeniden ve bıkmadan- anlatır, dururdu avluda yetişen kan kırmızılı hikayeyi. Kıbrıslıysanız eğer, yaz mevsiminde evde “su” gibi karpuzun da eksilmemesi gerektiğini bilirsiniz. Evde, sofrada son karpuz kesilince bir tedirginlik kaplardı içini. Neyse ki kapılarının önünde, devamlı “karpuzcu” bir akraba durup, “Rahme aba, karpuz ister misin?” diye sorardı da içi rahat ederdi…
Nice yıldan sonra, karpuzlar, pazara, manava, yeküncüye götürülmek üzere yola çıktıkları bir sabahta “o günlere” döndü. Yığın halini almış karpuzlara bakarken “Karpuz işte” dedi bir ses, “Neye benzetiyorsun ki dikkatli bakarak?” diyerek ekledi. Bu, sabahın ilk sorusuydu. Hayır, bu soru değil, farklı evrenlerde var olan ve yolları hiç kesişmeyen seslerin buluşamayan nefesiydi. Gülümsedi… Gözlerini çevirdiğinde bir yaz meyvesine değil de onu çok etkileyen bir döneme bakıyor gibiydi:
“Sevda”ya…
dedi ve ekledi…:
“Kıbrıs”a…
Bu yanıttan sonra uzun süre suskunlaştı. Bu yanıtı komik bulanlar olabilirdi, bunu göze alarak kendini ele verdi. İçinde aniden ince bir kesik hissetti. Kan kırmızı, sıcak bir acı aktı damarlarına, ürperdi… Sonra kendi kendine konuşur gibi ağzında bir şeyler geveledi:
“Sevda gibi iştah kabartan, her adrese pazarlanmaya çalışılan, açlık-tokluk hissi yaratan, aranan, bulunan, arzulanan, sofralarda sunulan, bazen “kelek” bazen tatsız olan ama hep kan kırmızı bir alevi içinde barındıran; denenen, suyu akıtılan, bazen çatlayan, bazen kargalara yem olan, bazen piyasası düşüp de ucuza satılan…
Kıbrıs gibi… Nice savaşların, nice kavgaların, nice zaferlerin, dibe batmaların, uygarlıkların kuşattığı koca bir tarihten sonra, toprağın cömertliğine inat, pazarlanan, kar için, ucuzcuların elinde peşkeş çekilen, masalarda sunulan, piyasası düşen, bölünen, parçalanan, ortadan kesilip, atılan, satılan”…
—-
Yoldan geçen beyaz van araba çoktan gözden kaybolmuştu. Radyodan yükselen şarkı beyninde açılan kapıdan içeri girerek, onu günlük zaman diliminden uzaklaştırdı. Yine o nihavent beste, o eski yaz ayındaki hissedişle tamamlamıştı sıcak, mavi bir Kıbrıs sabahını:”Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi…”
Her şeyin bir görünen, bir de görünmeyen yüzü vardı, bilirdi. Bazen bir sevdaya, bazen bir adanın yanığına kabuklaşan kan kırmızı kesikleri, kah bir meyvenin içine, kah mürekkebin maviliğine gizlerdi… Hayatın nerede, ne görüldüğüyle ilgili olduğunu fark edeli beri, bazen bir alçacıkta, bazen bir karpuzda, bazen alakasız bir detayda saklanan işaretleri şifrelerdi. Onun için hayat, içinde kesiklerin, bilmecelerin, yüzlerin gizlendiği bir arka mahalleydi. Perde arkasının makyajsız gözleriydi. Dudak büküp, “karpuz işte” deyip geçenlerle “normallikleri” kesişmeyeli çok zaman geçmişti.
Yürüdü… Canı karpuz çekmişti. Gözüne kestirdiği, parlak, gösterişli bir karpuzu bıçağıyla dilimledi. Ferah, ıslak, iştahlı bir arzuyla, kan kırmızı acılarını dişledi…
***
SIZI
Dindi yağmur
Bir Şubat sabahı caddeleri döven rüzgar dindi
Pencereleri rahatsız eden damlalar
Gökyüzünün öfkeli homurtuları dindi
Dindi ıslak kaldırımların heyecanlı beklentileri
Araba camına gizlenen endişeler dindi
Bir yağmur bulutu söküp aldı her şeyi
Çukurlara düşe kalka yürüyen ayaklarımın sızıları
Dindi
Saçlarımı darmaduman eden esinti
İçimin git gelleri
Depremler, tsunamiler
Sorular, boşluklar dindi
Yağmur söküp aldı öfkesini damımdan
Kapımdan, sokağımdan, kavgamdan
Geri aldı adını hafızamdan
Dindi rüzgar
Dindi fırtına
Kurudu maki sevdaların
Bodur yalnızlıkları
Dindi içimin bütün sızıları…
B.B.
***
HAYALİNLE DEVRİALEM
Akdeniz’in serin rüzgarları çarpardı yüzüme
Çürük iskele tahtalarını arşınlarken
Bir nazlı gemi yelken açar engine
Kendimi seyreden gemide hayal ettim
Devrialem yaptım hayalinle
Kutupların buzullarında buldum seni
New York gökdelenleri kirpiklerindi sanki
Aşk yuvası Paris’te
Bir bardak şapapta tattım lezzetini
Londra’nın Trafalgar Caddesi’ni
Arşınladım hayalinle
Hint okyanusunda göğe çıkardı dalgalar
Oynak Hint müziğinde
Kıvrak rakkaselerin göbeklerinde
Döner, dönerdim
Afrika’nın vahşi havasını
Sen diye içime çektim
Ekvatorun aşk dolu yağmurları
Islattı kirpiklerimi
Japonya’nın Geyşa kızlarını
Sen diye sardım
Her yerde her kentte, hayalini kovaladım
İşte döndüm Larnaka’nın çürük tahtalı iskelesine
Kayboldu enginde seyreden gemi
Hayaller yerine bıraktı hüzne
Akdeniz’in serin rüzgarları çarparken yüzüme…
Cemal Halil Ziya
Hüzünlü Zambağım Kitabından
1971 (Canbulat Basımevi)