İŞTE O SON GÜN. 15 AĞUSTOS 1974 (VE O İKİ BÜYÜK OLAY!) - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Nisan 25, 2024
Köşe Yazarları

İŞTE O SON GÜN. 15 AĞUSTOS 1974 (VE O İKİ BÜYÜK OLAY!)

1974 yılının 14-15 Ağustos günlerini çok mu yazdım? Sanmıyorum. Tutun ki kırk yılda üç dört defa… Bozkurt Gazetesi’nde yazıyordum. Birinci Barış Harekâtı’nın hemen ardından Cenevre görüşmeleri başladıydı. İkinci Harekâta kadar Mağusa hisarlarında volta atıp durduktu. Küçük transistörlü radyomdan günü gününe haberleri dinliyor, müzakerelerin seyri konusunda hem bizim Yenikapı üzerindeki arkadaşları bilgilendiriyor hem de notlar alıyordum.
Şimdi unuttum ama Cenevre konferansında Londra’ya kaçan Makarios’la da istişarelerde bulunulduğunu işittiğimde, “bu görüşmelerden bir sonuç çıkmaz” dediğimi hatırlarım. Çünkü Başpiskopos her şeye “hayır” deme meraklısıydı!
Gerçekten de sonuç çıkmadı! İkinci harekât 14 Ağustos sabahı başladığında tam bir “savaş” olayı yaşadıktı. Aynen filmlerde gördüğümüz gibi! Karşımızda bir düşman vardı. O zaman biz de saldırıya uğrayan bir kasaba halkı durumundaydık! Günlerdir sığınaklardaki kadınlar, çocuklar, yokluk sefalet ve korkular içinde bekleşiyorlardı. Hisar mazgallarının ağır ve rutubetli havası toprak toprak kokuyordu. Liseli genç mücahitler hendeğe açılan mazgal ağızlarını tutmuşlar olası bir düşman sızmasına karşı nöbet tutuyor bir yandan da kadınlara çocuklara ninelere moral veriyorlardı.
KAÇINILMAZ SON: Transistörlü radyomdan müzakerelerin akamete uğradığını işittiğimde, hani savaş filmlerinin ölüme meydan okuyan kahramanları vardır ya öylesi bir eda ile “hazırlanın” dedim arkadaşlara. “Şenlik başlıyor!”
Hayır! Başlayan şenlik değildi. 15 Ağustos sabahı yamacımızdaki limandan güneş henüz yükselirken, kıyamet koptu! Ne Birinci Harekâtta işittiğimiz seslere benziyordu o korkunç sesler ne de başımızın üzerinde patlayan bombalar o bombalardı! Binlerce kurşun havada vızıldayarak hisar taşlarına çarpıyordu!    Hayır! Bu savaş başkaydı! Ölümüne ve öldürmesineydi! Havan mermilerinin Mağusa içinde düşmediği tek karışlık yer kalmıyor, uzun sahra toplarından atılan mermiler hisar taşlarıma çarpıp korkunç seslerle patlıyorlardı…
Ve limana atılan napalm bombası ile yangın çıkıyor, yanan otomobil lastikleri ile rıhtımdaki öteki yüklerden kapkara ve kesif bir duman yükselirken Mağusa’yı güneşe inat karanlıklara boğuyordu!
Toprağa yapışmış, başımızı bile kaldıramıyorduk. Zaman zaman havana mermileri yerleştirip karşımızdaki Karakol ovasına hedefsiz ve şaşkın atıyorduk. Yenikapı’nın üstündeki A4 makinelisini durmadan çalıştıran arkadaş daha şimdiden karşı tarafa attığı kurşunların kovanlarından küçük bir tepecik oluşturduydu!
Korkuyor muyduk? Hem “evet” hem “hayır!” İnsan savaşırken korku duymuyor! Düşünürken hatırına gelen “ölümünden” dolayı korkuyor! Oysa o gün bizim ne düşünecek zamanımız vardı ne de yapacak hesabımız! Tek gailemiz elden geldiğince Rum’un surlar içine girmesini yahut sızmasını önlemekti. Hisarların dört bir yanından kurşunlar yağdırıyor, havanlar atıyorduk…
Fakat limandaki yangının tepemizde asılıp kalan duman bulutu bizi fena halde bunaltıyordu. Tek tesellimiz rüzgârın denize doğru esmesiydi. Esinti Suriçi’ne doğru olsaydı dumandan boğulabilirdik!
VE JET UÇAKLARI: Onları Birinci Barış Harekâtı’ndan biliyorduk. Ne zaman başımızın üzerinde görsek sevincimizden deli oluyorduk. O ne ses, o ne geçiş, o nasıl dalış… Rum’un atış yaptığı yerlerdeki mevzileri tespit ediyor, koordinatlarını çıkarıp ilgili subaya veriyor o da karargâha iletiyordu. Karargâh da telsizle Ankara’daki genel Kurmay’a bildiriyordu. Nitekim savaş uçakları gökyüzünde göründüklerinde biliyorduk ki koordinatları verilen Rum mevzileri bombalanacaklardır. Ufuktan gördük müydük jetleri hep birlikte, “aha geliyorlar” diye adeta çığlık atıyorduk. Sevinçten içimiz kabarıyor, tüylerimiz diken diken olurken, gözlerimiz yaşarıyordu! Hatta ağlayan mücahitler vardı!


Yarabbi nasıl bir duyguydu… Her halde diyorum. “İşte ölmek yahut var olmak” budur! Ve hatırıma “Allah Allah” sesleri ile hücuma kalkan Mehmetçikler geliyordu! O kısacık, kavruk Anadolu çocukları. Sonradan gördümdü. Bazılarının ellerindeki ağır makineli tüfekleri boylarından büyüktü. Silahı öne uzattıkları kollarında tutuyorlardı. Sürekli atış yaparlarken ısınan makineli, kollarını yakıyor, yanan etleri dökülüyordu!
Savaş devam ediyordu. Rum canhıraş son bir saldırıyla Mağusa’da taş taş üstünde bırakmamak için havanlarını, toplarını, kurşunlarını ne varsa hepsini de surlar içine gönderiyordu! Yangının bulut haline gelmiş kara dumanları hâlâ üzerimizdeydi! 14 Ağustos günü başlayan çarpışmalar devam ediyordu…
15 AĞUSTOS GÜNÜ: Sürekli harekâtla ilgili haberleri veren TRT’yi dinliyordum. Asker bir koldan Mağusa’ya bir koldan da Karpaz’a ilerliyordu. Nasılsa elimin altında bulduğum İsveç dürbünümle Karakol’dan ta Beşparmakların eteklerine kadar tüm yöreleri tarıyor, ilerleyen askerin izini yakalamaya çalışıyordum. Çok gitmiyor öğlene yakın Trikomo, şimdilerde Yeni İskele yakınlarında tankların ilerlerken çıkardıkları tozları görüyordum. Mağusa’ya ilerleyen birliklerden ise haber alamıyordum.
Öğleden sonra çarpışmaların artık daha bir yoğunlaştığı Rum ve Yunan askerleri ile milis güçlerinin yangın bombaları da atmaya başladıkları bir sırada, o beklediğim haberi radyomdan işittimdi. “Türk askeri tankları kariyerleri ile birlikte Mağusa’nın göl bölgesine ulaşmıştı…”   
Bunu duydukta kendi kendime konuştuydum: “Yaşasın be! İşte sonun başlangıcına geldik!”
VE O UNUTAMADIĞIM İKİ BÜYÜK OLAY: Her vesile ile yazıp söylediğim olaylar. 15 Ağustos ikindisidir. Mehmetçik Mağusa surları önünde tankları kariyerleri ile işte şurada karakol ovasındadır. Bizim görme imkânımız yok, bir diğer birlik de Maraş’a doğru ilerlemektedir…



Mehmet bütün gün yürümüş, Değirmenlikte çarpışmış, öğleden sonra dörde doğru “göle” ulaşmış, şimdi Yeni kapının önündeki ovada soluklanıyor. Kimileri ikindi namazlarını kılıyorlar. Bazıları soyunup siliniyor yeniden giyiniyorlar. Yüzlerce binlerce Mehmet… Hepsi de kısacık insanlar. Anadolu insanları. İŞTE O BÜYÜK OLAY: Karşıda tam da Rum’un terk edip gittiği askeri kampının önünde bir bayrak direği var. Üzerinde ipi kopmuş Yunan bayrağı sallanıyor! Dürbünümle izlerken adeselere bir kare düşüyor. İçinde bir Türk subayı iki de Mehmetçik var. Subayın öne uzattığı iki kolunda itinayla tuttuğu dürülmüş Türk bayrağı var. Direğin yanına geliyorlar. Mehmetlerden biri koşuyor, subayının kendisine verdiği dürülü bayrağı alıp önce öpüyor sonra açıp omzuna atıyor. Çevik hareketlerle bayrak direğine tırmanıyor, direk sağa sola sallanırken Yunan Bayrağını boşta kalmış ipinden kesip alıyor… Hayır, hayır! Yere atmıyor! Diğer omzuna koyuyor. Yerine Türk bayrağını asıyor. Ve ayni çevik hareketlerle yere iniyor. Omzundaki Yunan bayrağını aynen Türk bayrağına gösterilen itina ile dürüyor, subayına koşuyor, hazır ola geçip selâmını verdikten sonra bayrağı uzatıyor. Subay Bayrağı alıyor yine resmi yürüyüşleri ile oradan uzaklaşıyorlar.
Yunan bayrağı ayaklar altında ezilmiyor, parçalanmıyor… Aksine saygı görüyor! “İşte Türk askeri budur” diyorum, gözlerim ıslanıyor, ağlıyor muyum bilmiyorum…
VE DİĞER BÜYÜK OLAY: Mağlûp kaçıyor! Henüz asker gelmedi. Fakat geleceğini bilen Rum ve Yunan askerlerinden kimileri limandan kimileri Karakol plajından kitleler halinde kaçıyorlar. Bu kez dürbünüme tam karşımızda şimdiki serbest limanın içteki kapısına denk gelen yerde (o zaman Karakol ovasıydı, sanayi tesisleri 1974’den sonra yapıldı) üstü çıplak, elinde kaskı bir asker düşüyor. Dimdik yürümektedir! Yenikapı’daki arkadaşlar da görmüşler ardından kurşun yağdırıyorlar. Kurşunlar ayaklarının içi sayılacak kadar yakınına düşüyorlar. O hiç ama hiç arkasına bakmadan, koşmadan, aldırmadan, acelesi yokmuş gibi yürüyor! Dürbünümle izlerken uzun boyunu ile güçlü kuvvetli olduğunu görüyorum. Kurşunlar toprakta toz kırıntıları çıkartarak sekip önüne düşüyorlar!
Üzülüyorum. İşte, “mağlûp olacağıma keşke ölseydim” diyen bir Yunan subayı da olabilirdi bir yürekli Rum askeri de… Ne olursa olsun o asker peşinden yağan kurşunlara meydan okuyarak yürüdüydü. Ölmek umurunda değildi. Bir süre sonra sabır ağaçlarının arasına girdiğini gördümdü. Son görüşümdü. Ne oldu ne kaldı? Yıllarca hep şunu temenni ettimdi. “Keşke denizden kaçıvermeyi başarmış olsundu. Çünkü bu asker kurtulmayı ve ödülü hak ettiydi.”
SAVAŞLAR GÜZEL DEĞİLDİR: Allah bir daha ne Kıbrıs Türk halkına ne de Rum halkına savaş yüzü göstermesin. Savaşlar gerçekten de olmamalı!

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
1
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar