Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun sözcüsü durumundaki Osman Ertuğ’un müzakereler sürecine ait açıklamalarını medyada yansıtıldığınca değerlendirme fırsatı bulurken, bir kez daha anlıyoruz ki öyle şip şak çözüme varmak için hem önümüzde uzun bir yol hem de aşılması gereken ciddi engeller vardır… Nitekim geçen hafta deneyimli diplomat Osman Ertuğ’un YDÜ’inde “Kıbrıs 50. Yılında Müzakereler, Çözüm Olanakları” başlıklı konferansından medyaya yansıyan bazı açıklamalarını okurken dolayısıyla şüphelerimizde haklı olduğumuzu bir kez daha anlamıştık…
NE DİYORDU OSMAN ERTUĞ? Müzakerelerin en zor yanının zaman zaman Eroğlu’nun da vurguladığınca “toprak konusu olduğunu söylüyor ve Rum tarafının “Nüfus, mülkiyet ve toprak üçlüsünü” ilişkilendirerek çözümü, bu konuda varılacak uzlaşmanın üzerine oturtmak istediğini belirtiyordu.
Konuya hiç yabancı değiliz: Çünkü “Tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet” gibi bir federalizmi müzakerelerin ana başlığı yapmayı başarmış Anastasiadis’li Rum liderliği elbette ki çoğunluğuna dayalı bir “merkezi yönetimin” patronu olmak isteyecektir… Nitekim “istemeye başladı bile!”
Oysa ki bu günkü Kuzey Güney gerçeğinde ne böylesi bir “çoğunluk söz konusudur” ne de “Rum’un egemenliğini üzerine sereceği uygun bir coğrafya” vardır…
KISACA: şu anda Türk tarafı 9251 kilometre karelik Kıbrıs’ın 3242 km karesini yani yüzde 35.4’ünü kontrolünde tutmaktadır…
Kıbrıs Rum Yönetiminin sahip olduğu topraklar ise 5509 kilometre kare yani yüzde 59.55 dir…
Geriye kalanlar “ara bölgelerle” “İngiliz üsler” bölgesidir. Görülmektedir ki şu anda Türk halkı olarak hiç de küçümsenmeyecek oranda ve de bana göre bal kaymak diyeceğim bir coğrafyaya sahibiz ki hemen Osman Ertuğ’a yeniden döneyim.
ERTUĞ’UN AÇIKLAMASINA GÖRE: Rum tarafı en kabadayısından Türk tarafına, bizim de daha önce yazdığımızca “yüzde 18-20 oranında toprak layık görmektedir.” (Hrisostomos ise Türklere yüzde 25’den bir santim fazla toprak bağışlamayız demektedir…)
Yalnız Ertuğ’un da altını çizerek vurguladığı bir gerçek daha vardır: “Aradan 40 yıl geçmiştir ve Kuzey’de koşullar çok değişmiştir.” Bu değişim nedeniyle de Kuzey’de “Kullanıcı hakları” öne çıkmıştır. Keza, tabi ki Güney’deki Türklerin mülkünü işgal eden Rumlar açısından da ayni durum söz konusudur…
Osman Ertuğ bu konuda “Dimopulos Kararı” örneğini vermektedir… Ve orta yolu işaretleyerek “mülkün eski kullanıcıları ile yeni kullanıcıları arasında bir denge oluşturulmasını önermektedir…”
OYSA: Saplantımız olduğu için sık yazdığımızca, Anastasiadisli Rum tarafı bu müzakereleri Annan planının da üzerinde ödünler ve imtiyazlara sahip olmak için başlatmıştır…” Nitekim Annan planı haritası ile şimdilerde ellerde gezen ve yeni toprak ayarlaması ile sınırları gösteren haritaya baktıkta, Türk halkının iyicene “Kuzeye yahut köşeye sıkıştırıldığı” görülecek hatta diyeceksiniz ki “Girne’ye çat kapı kaldı!”
Bunlar “çok zor” denilen “mülkiyet konusundaki zorluklardır! “Yönetim” konusunda ise Rum tarafı “kurucu devletler” değil, oluşturucu devletleri” telafuz etmeye başlamıştır. Kısaca zaman ilerledikçe sorunlar ve konular ortaya çıkmaya başladı diyebiliriz… Ki pek de iç açıcı değiller!
**********
BAŞBAKAN’IN SERZENİŞ VE SIKINTILARI
Başbakan Yorgancıoğlu çok sıkıntılı… Haklıdır. Bazı politikacılar hiç “birinci adam olmayı” beceremezler… Ya politikaya sığdıramayacakları kadar “iyi huyludurlar” yahut “politik” olamayacak kadar doğrucudurlar… Nitekim dünkü Havadis’te Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Ekmekçi ile konuşan Özkan Yorgancıoğlu’nun açıklamalarını okurken, bir kez daha anladım ki karşımızda “sıkıntılı bir Başbakan vardır.” Fakat sıkıntısının büyük kısmı kendi içselliğinden kaynaklıdır…
MESELA: Diyor ki “bizde bazı müesseseler vardır. Hem ürkütmek istemeyiz hem de onların yanlış yaptıklarını biliriz. Bunlardan bir tanesi de bizim hukuk müessesemizdir…” Doğrusu bu açıklama bana çok ilginç geldi. Mesela iki arkadaş arasında dertleşme kabilinden söylenir de “Başbakanlık Makamında” oturan Başbakan söylemez… Çünkü sorarlar: “Seni oraya devletin müesseselerinden yakınmak için mi oturttuk, yoksa sorunları çözmek için mi? Eğer üstesinden gelemediğin sorunlar nedeniyle ah vah edeceksen o makamda ne işin vardır?
OLAY NEYMİŞ: Diyor ki Yorgancıoğlu “biz Polis Müdürü ataması konusunda Hukuk Müessesimizden görüş aldık. Yasanın açık hükmüne rağmen günlük yaşantının devam etmesi adına yapılan doğrudur dendi. Yasaya rağmen yapılan doğrudur demek, bunu kabul etmek mümkün değildir… Ve ekliyor. Bu işin peşini bırakmayacağım… Şu Pervin Gürler mi Şenay Kebapçı mı Polis Genel Müdürü olacaktır olayı! Millet unuttu ama sorun hâlâ sürüncemede. Çünkü Başbakan ile Cumhurbaşkanı sürtüşüyor. Birisi Gürler diyor, diğeri Kebapçı!
Ve Yorgancıoğlu ısrarla iddia ediyor ki Eroğlu’nun Hükümetin icraatlarına doğrudan müdahale etme hakkı yoktur. Dolayısıyla Kebapçı’nın Müdür olarak atamasını “icraat” hanesine kaydedip, hakkımdır diyor! O zaman bir daha sorarlar: Öyleyse Cumhurbaşkanına neden üçlü kararname ile veto yetkisi verildi? “Cumhur’un yani halkın “Başkanı” olduğu için. Nedeni de “siyasi parti hükümetinin” kendi partisel çıkarlarını yanlış icraatlarla devletin yüce çıkarları üzerine serip zarar vermesini önlemek… Nitekim üçlü kararname ve veto yetkisindeki Cumhurbaşkanı için “kıdemi ve sırası nedeniyle Müdür olması gereken Gürler” olmaktadır. Başbakan için ise “Hukuk Dairesine” rağmen kendi parti çıkarı nedeniyle Kebapçı’nın müdür olması gerekmektedir! Hatta diyor ki Başbakan, “Cumhurbaşkanı’nın buna karışma yetkisi yoktur…”
KISACA: Bazı “politikacıları” elde kalmış doğru düzgün giden işleri de zıvanadan çıkartıp memleketi kaosa sürüklemek için yetkili kılarlar ki mesela Başbakan yaparlar… Buna karşın Özkan Yorgancıoğlu’nun Politikacı kimliğinden önce “insan” yanını takdir edenlerdenim.
KISACA TAKILDIKLARIMIZ: (ORMANLARIMIZ VE SUYUMUZ.)
Geçen hafta “Ormanlar Günü”nü hemen ardından da meğer bir de “Su Günü” varmış dolayısıyla “günlerini” kutladık…
“Orman Günü” kutlaması nedeniyle açıklanan rakamlara baktım, az buz fidan dikilmemiş. 1975’ten beridir 35 milyon fidan… Bu konuda STÖ’lerinin yadsınamaz katkıları vardır… 25 bin hektar alan ağaçlandırılmış… Ne var ki geçmişte Girne’deki o büyük yangında galiba kırk bin hektarı aşkın ormanlık alan yandıydı…
Zaten olay budur: Siz kan tere batarak eker dürüdür, tam memleket yeni yeşil alanlar kazandı derken, bir kıvılcım tümünü de yerle yeksan eder! Kaldı ki iki paralık “villa yapmak” uğruna bu ülkede yıllardır ormanlık alanlar kıyılmaktadır… Nitekim geçmişte kendimize dert yapıp fena fena bağırdığımız böylesi olayları yaşarken, sonraları anladık ki “abese iştigal” ediyormuşuz… Çünkü hâlâ kıyım devam ediyor. Maki bitki toplulukları ile donanmış dağların yamaçları bile tıraşlanıp teraslanarak evlerle dolduruluyor…
Kaldı ki bu büyük kıyımın yanı sıra bir de sahillerde süregelenleri vardır… 40 yılda kırk bin defa rezil rüsva ettiğimiz sahillerimiz… Utancımızın aynalarında yansıyorlar!
VE “SU GÜNÜNDE” SUYUMUZ. Önceleri borularla TC’den gelecek 75 milyon metre küp suya destanlar yazıyordum da hani “şeytan ayrıntıda gizlidir” derler, gitgide o ayrıntılara tosladıkta “iyi ama yılda 75 milyon metre küp su için bu kadar büyük ve masraflı projeye gerçekten gerek var mıydı” demeye başladım…
Ve tabii bir yerde Talat’ın “olay siyasidir” dediğine taktım… Çünkü bu yılın bütün kuraklığına karşın Rum tarafındaki barajların doluluk oranı yüzde 50.7 olarak açıklanıyor… Yani 157 milyon metre küp su rezervi var… Doluluk olsa demek ki 300 milyon metre küpü aşacak…
Eee. Şimdi bizim Barış suyuna bakıyorum. Gelecek ama mesela Mağusa’ya hemen gelmeyecek! Veya şimdi gelemeyecek! Üstelik gelecek su Güney’deki rezervlerin yarısı kadar bile değil! E bu su Güney’e nasıl akacak? Zaten anladığımca Güney’in ihtiyacı yok!
Neyse pişmiş aşa “su” katmayalım… Her hal’u kârda suyun damlasına bile ihtiyacımız varken, bir damla bile gelse öper alnımıza koyarız…