Sinema filmleriyle televizyon dizileri arasındaki sınırın muğlaklaştığı ve televizyon dizilerinin yeni bir altın çağ yaşadığı günümüzde feminist yazar Margaret Atwood’un iki romanı, “Damızlık Kızın Öyküsü ve Alias Grace” televizyona uyarlandı. Damızlık Kızın Öyküsü(The Handmaid’s Tale) geçtiğimiz günlerde en iyi televizyon dizisi kategorisinde Golden Globe (Altın Küre) ödülüne layık görüldü.
Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” isimli romanından uyarlanan dizide hikaye Amerika Birleşik Devletleri’nde çevre kirliliği ve diğer olumsuz gelişmeler sonucu insanların doğurganlığının azaldığı bir zamanda, şartları bahane edip olağanüstü hal ilan eden, otoriter, baskıcı bir yönetimin baş kaldıran herkesi acımasızca cezalandırıldığı bir gelecekte geçiyor. Dizide doğurganlığını kaybetmemiş kadınlar sistem tarafından damızlık birer köleye dönüştürülüyor. Feminist okumasının yanında baskıcı bir yönetimin ne kadar ileri gidebileceği ile ilgili ip uçları da veren dizi izleyenleri dehşet içinde bırakıyor. Dizinin bence en önemli ayrıntılarından biri ana karakterin yaşadığı dehşetten başkalarının haberdar olması umuduyla yaşadıklarını gizlice tuvalet duvarına yazdığı sahnedir. İnsanlar yaşadıkları kötü şeylerin diğerleri tarafından bilinmesine ihtiyaç duyması Lacancı tutarlı bir “büyük öteki”nin varlığına olan inancın bir sonucudur. Oysa ünlü Fransız psikanalist Lacan’a göre böyle bir tutarlı büyük öteki mevcut değildir; “büyük öteki” sadece bir kurgudur.
Sistem tarafından tahakküm altına alınan kadının sesini duyurma isteği Margaret Atwood’un televizyona uyarlanan bir başka romanı “Alias Grace”de gerçek oluyor. Alias Grace’de hikaye gelecekte değil 19. yüzyıl Kanada’sında geçer. Ailesiyle birlikte İrlanda’dan Kanada’ya göç eden protestan bir İrlandalı kızın hikayesidir bu. Grace isimli kız Kanada’ya giden gemide annesini kaybeder ve daha sonra baskıcı babası tarafından tacize uğrar. Baba evini terk edip hizmetçi olarak çalışmaya gittiği evde kendi gibi hizmetçi olan başka bir kızla müstesna bir dostluk ilişkisi kurar. Grace’in arkadaşı ev sahibinin zengin ve şımarık oğlu tarafından hamile bırakıldıktan sonra Toplum baskısından korkarak gizli bir şekilde kürtaj olur ve başarısız geçen operasyondan hemen sonra hayatını kaybeder. Arkadaşını kaybettikten sonra başka bir evde iş bulan Grace erkek bir çalışanla bir olup evin sahibi adamı ve onunla ilişkisi olan hizmetçi kadını öldürmekle yargılanıp ömür boyu hapse mahkum olur. Artık ülke çapında tanınan bir katil olan Grace’in hikayesinin aslını öğrenmek ve ona yardımcı olmak için onu ziyaret etmeye başlayan genç bir psikiyatr arasında geçen konuşmalar Grace’in hikayesine ışık tutar.
Tıpkı “Damızlık Kızın Öyküsü”nde olduğu gibi “Alias Grace”de de kadına şiddet uygulayan işbirlikçi bir başka kadın vardır.
Buraya kadar dişil kimliğin eril kimlik tarafından tahakküm altına alındığı ataerkil toplum eleştirisi olarak benzeşen iki dizi, “büyük öteki” konusunda biri birinden ayrılır. “Damızlık Kızın Öyküsü”nde hikayesini anlatma ihtiyacı duyan kadın , yaşadıklarının diğerleri tarafından bilinmesi düşüncesini rahatlatıcı bulmaktadır. Oysa Alias Grace’de hikayesini mahkemeye ve psikiyatra anlatan kadın farklı zamanlarda farklı farklı hikayeler anlattığı gibi, bu hikayeyi dinleyenlerden de farklı farklı tepkiler almıştır. Hikayelerin çokluğu ve tutarsızlığı kadar hikayeyi dinleyenlerin anlatılanlardan farklı anlamlar çıkarması da tutarlı bir büyük ötekinin olmadığını ima eder.
Nobel edebiyat ödülü için adı geçen ve iki romanı halihazırda televizyona uyarlanan Margaret Atwood’un yıldızı parlamaya devam edeceğe benziyor. Bu iki diziden bizleri devlet, ulus, toplum hatta dil gibi kavramların tutarlılığından ve mutlaklığından şüpheye düşüren ise daha radikal ve sıra dışı görünen “Damızlık Kızın Öyküsü” değil de 19.yüzyılda İrlanda’dan Kanada’ya göç eden protestan bir İrlandalı kızın, “Grace”in öyküsüdür.