AĞIR KAN KAYBIYIZ - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Çarşamba, Nisan 24, 2024
Köşe Yazarları

AĞIR KAN KAYBIYIZ

Gecelerden bir geceydi, gözüme ilk takılan dizeydi. “Ağır kan kaybıyız” yazıyordu isminin karşısında. Öylesine derinden etkiledi ki beni bu dize, aklımın en gri yerine kazındı. Öylesine büyük bir tespitti ki bu, ona “neden?“ diye sordum… “Neden ağır kan kaybıyız?“ Gözlerini gözlerime dikip sustu. Damarlarımdan boşalan nice düşün tükenmişliğini hissettim suskunluğunda. Kan kaybediyorduk. Binlerce, milyonlarca kişiydik gecenin ortasında. Sevgisiz, amaçsız, kapısız, sevdasız bir düşsüzlüğü sürüyorduk. Uzak bir gezegene tüneyen yalnızlığın iz düşümüydük.


Attila İlhan “Kimse bizi sevmedi, Ağır kan kaybıyız” dedi o gece, başka bir şey demedi. Ya da o konuşmaya devam etti de, ben kaybedilenlerle yüzleştiğim için onu duyamadım. Gökyüzünde kayıp bir yıldıza sordum: “Ağır kan kaybı mıyız?”, “Kelimelerine, cümlelerine bir de aynalara sor” dedi. Yıldızlı, soğuk bir akşamdı. İlk kez o gece okudum o şiiri. Ellerime bulaşan kokusuyla vurgun yemiş bir ülkenin acısını buldum yazdıklarında. İnce bir sızının derin yarasını tuttum avucumda. Nice hayatın geçilmez sınırından, yitmeyen bir düşün kanı damladı beyaz sayfalara…

Yorulduk, ha düştük ha düşeceğiz.
Neye yarar dağlarda tüten kekik kokusu?
Yahut gözleri sevdaya kesen iki hecenin doğru oluşu?
Yorgunuz, terk edilmişiz, kesikler içindeyiz
Yitik, yalnız, yaralı bir şarkının durmadan tekrarlanan nakaratıyız
Ne yapsak değişmiyor: Ağır kan kaybıyız

Yönsüzüz, rotasız ve pusulasızız
Zeytinsiz, alıçsız baharlara tutsağız
Yanıksız sevdaları sararız terimizde
Tenlerimizi kemiren bedenlere yorganız
Baharsız ve aşksız, ezbere bir makamız
Ne yapsak değişmiyor: Ağır kan kaybıyız

Ağır-aksak-tutsak düşler ufaladık
Yok sarmadık yaralarımızı, tuz basmayı becerdik
Yok dinmedi acılarımız, unutmayı denedik
Gitmedik, gidemedik, adımızı bilmedik
Yaktık haritaları, tükettik Mayısları
Yürüyoruz savruk ve buruk ve yalancıktan
Dört yanımızda kan, kin ve savaş kokusu
Yitik, yalnız, yaralı bir şarkının durmadan tekrarlanan nakaratıyız
Ne yapsak değişmiyor: Ağır kan kaybıyız.

 

ÜŞÜYEN İNSANLAR

Soğuktan burnu kıpkırmızı olmuştu. Rüzgar, uğultusunu yüzüne bir tokat gibi çarpıyordu. Kendi boşluklarında kaybolan bir çocuğun resmiydi gecenin ortasında. Çelik gibi gözleri geceyi bir bıçak gibi kesiyordu ortadan. Sol yanağında bir acı seyiriyordu. Uzaktan bakıldığında bir şiiri anımsatıyordu. İçine kimseciklerin giremediği bir kesikti bu. Ne ilaç, ne pansuman, hiçbir ŞEY o yarayı kabuklandıramıyordu. Hiç bir gelen o eksiği dolduramıyordu. Terk edilmiş bir sonbahar sabahının izleri vardı yüzünde. Bir de hiç yanıtlanmayacak soruların yanıtları. İki kişilik bir ayrılık izleri vardı ona giden merhabalarda… Tek kişilik bir açıdan çift kişilik bir acı topluyordu ve her artış keskin kenarlı yuvarlağın köşelerine taşıyordu. Aşkın ötesinde tünemiş koca bir yalnızlık şarkısıydı o. Uzanıp tutabilecek kadar yakın, dokunup yitecek kadar uzaktaydı…

Sesinde kuyular vardı, sessizliğinde kuytular. Denizler kadar derin yalnızlıklardan kopup gelen bembeyaz köpüklerin suskunlukları vardı yüzünde. Yanlış kurgulanmış bir şiirin eksik cümlesi bir de… Sözcüklerle tamamlanamayacak yollardan hiç gelmeyecek şiirleri çağrıştırıyordu soğuğun ortasında. Gri paltosuna sarılarak çıktığı yolculuklarında tren rayları, vagonlar, istasyonlar, garlar, otobüs durakları, hava alanları, arabalar, gidip de getiren ne varsaydı ve ne varsaydı birleştiren hepsinin yolculuklarıydı. Gideni geri getirmeyen ya da hiç geri döndürmeyen bir şeyler vardı bakışlarının ucunda. Karlı bir kış gecesinin sisli cam kenarıydı yanakları. O cam kenarını andıran soğuğa dayamak isterdi yüzünü ve hissetmek bakış açısındaki duygularını.

Kalın dudaklarından çıkan öfkenin puslandırdığı hoyrat, küfürbaz kelimeleri vardı… İsminin yazılı olduğu sisli bir cam kenarında uzağa bakan bir çocuğun fotoğrafı kalmıştı yanına. ünlemler, üç noktalar ve parantezler taşırdı ceplerinde… Virgüllendiremediği şiirler naylondan ilişkiler karşısında öfke kusardı, köpükten sevdalar zamanıyla uyumsuz bir daldı o. Şiirler ona öyle yakışırdı ki o bile farkında değildi. Şimdi bu açıdan ona bakan bu cümleler bunu ona hiç söylemediler…

Uzak yollara bakan suskunluklarıyla şiirlerin içine gömerdi konuşmalarını. Kuyulara atardı harflerini kimseler bulmasın diye kurda kuşa yem ederdi. “Kayıp çocuk masalları”ndaki hiç tamamlanmayan bir cümleydi o. Merhabası eksik, vedası gereksizdi.

Mıh gibi çakarak gözlerini geceye asardı ceketini olmayan bir ülkeye. Su gibi duru bir çocuktu o bakışının ayazından korkardı bütün kelimeler. Kaçmak için sebebi çokken bile ucundan tutuğu bir harfin peşine düşerdi çok zaman bu satırları yazan. Sözcüklerini yanına alıp gitmeye hazırlanıyorken çocukluğundaki eksiklikleri karşılaştı. O kadar tanıdıktılar ki.

Hep gidecekmiş gibi bir gelişi vardı hep susacakmış gibi konuşması. Onu var kılan bir yokluk ortasında bırakırdı insanı. Ona dair cümle kurulması kadar zordu gözlerinin içindeki derin odacıklara bakabilmek. Gözlerinden süzülüp gelen sorularda perdeler çekiliydi kendine, içeriden kilitlenen bir kapının önünde kalmak gibiydi gri paltolu adamla yürümek. Bir hayale dokunmak gibiydi sözcüklerinin baş harfini hissetmek.

Yorulurdu susarken karşısında kaçmak gelirdi sonra bir daha konuşmamacasına. En güzel şiir yazılmamıştı henüz ve en güzel şarkı söylenmemişti daha. Hiç gelmeyecek ve hiç söylenmeyecek cümleleri vardı dilinde. Taştan daha sert setler çekiliydi önünde kelimelerce.

Kapısına dayanmak olmazdı cümlelerinin. Bir dehlize girer gibiydi gözlerine bakmak. İnsan o karanlıktan ürperirdi. Yabancılaşırdı hep tanıdık ve yakın gelen duygulara. Yakınsa uzaktı. Sıcaksa soğuk. Bulursa kaybederdi. Bilirse unuturdu. Yaşarsa öldürdü. Konuşursa sustururdu. Yazarsa yırtardı. Siyah bir kuş uçardı sözcüklerinin tepesinde. Alıcı kuşlar gibi tünerdi başına korkular. Dağları beklerdi hep suskunluklar. Geceye dikerdi kocaman ve karanlık gözlerini. Kelimeler gecenin karabasanları gibi çökerdi üzerine. Bahçedeki birkaç kuş aldırmadan devam ederdi cıvıldaşmasına. Yumruğu sıkılı bir çocuktu o kurşun gibi gözleriyle. Yaşamın kaplama kağıtlı ilişkilerinin içinde suskunluğu kalkanıydı. Dudakları öptüğü bütün dudakların yalnızlığıydı. Tamlamalardan tam çıkmasa da dimdik bakardı yaşama; küstah bir tavırla, alayla, meydan okuyarak, susarak, gülerek ya da ağlayarak…

BUGÜN 4 OCAK 2015
1, 2, 3 derken 2015’in 4. gününe geldik bile. Bu nasıl bir hızdır böyle. Nasıl bir çarktır. Günler geçiyor. Sanki belleğini yitirmiş insanlığın fırıldak zamanı bu. Sanki anlamını kaybetmiş bir şarkının tekrarı. Gökyüzünü kaybetmiş bir kuşun şaşkın arayışı. Denizini kaybetmiş bir martı çığlığı. Bu, bu nasıl bir şey. Nasıl da akıp gidiyor zaman, nasıl da kayıyor elimizden kolayca? Günlerin, ayların, yılların hakkını veremeden birbirine benzer, dünden daha kötü günler, hüzün ve hazan kokan takvim yaraklarını koparıyoruz durmadan.

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar