YAŞAM KORİDORUNDA - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 19, 2024
Köşe Yazarları

YAŞAM KORİDORUNDA

Şimdi,

“O” sahil kasabasında pinekleyen
Boş bir bank gibi
Süzülmekte yüzün
Açık (y)ara bir boşluktan


Şimdi,
Eskiyen bir su sesi
Gözlerin
Rengini şaşırmış
Başkalaşıyor
Kah yeşil, kah kahve bir arayıştan

Büyüttün mü sanırsın kendini
Geçerken bu dar, bu ışıksız
Yaşam koridorundan…

Karanlık ve dar koridordan geçerken sol tarafındaki yüzlere çarpmamak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Aslında o yüzleri biliyor, tanıyor ama görmemezlikten, bilmemezlikten geliyordu. Onlarla yüzleşmeye korkuyordu. O kadar uzun ve karanlık bir koridor bekliyordu ki onu, bu yolculuktan nasıl ve hangi güçle çıkacağını bilemiyordu. Kollarını birbirine bağladı. Kendinden güç almalıydı. O yüzler, -yüz kere, bin kere, milyon kere gördüğü, bildiği, yaşadığı bakışları barındıran yüzler- neden kendisini bekliyordu bu koridorlarda? Neden nöbetini tutuyorlardı sabahında, akşamında, defalarca, bıkmadan, usanmadan, açlıkla?

Bir asansör yolculuğu yapıyor gibiydi. Asansör yukarıya, aşağıya doğru değil, ileriye, geriye gidip, geliyordu. Tam “kurtuldum, bitti, ışık kapıda bekliyor, güneşe kavuştum” derken, zaman asansörü, onu geri çağırıyor, aldığı yolların yine gerisine düşürüyordu. Bir kabustu yaşadığı… Gözlerini kapasa iç sesi susmuyor, çığlık atsa duyulmuyordu. Gülse, kahkahaları dar koridorlarda yankılanıyor, yine bir işkence olarak ona geri dönüyordu…

Bir kasetin başa alınması, bildik bir filmin yeniden seyredilmesi, yaşanılan anın tekrarlanması, sesin uzay boşluğunda, sonsuz kere, hiç aralık vermeden yankılanmasıydı yaşadığı…
Yüzler ve bakışlar onu çağırıyordu. Yıllar, yüzyıllar kadar uzun yıllar boyunca kaçtığı yüzler, bakışlardı onu davet eden. Kendi boşluğuna, kendi yokluğuna, kendi mahkemesine çağırıyordu onu korkuyla büyüttüğü o yüzler…  Hangisi ile karşılaşacağını, hangisiyle konuşacağını, hangi ‘ben’le hesabını tamamlayacağını bilmiyordu. Bu dehlize tıkılıp kalan, bu dar yaşam alanını seçen ve kendi kendine çarpmaktan yer yüzüne çıkamayan biri hesabına nereden başlayabilirdi?..
Sesleri, yüzleri, bakışları ayrıştırabilmek için sustu. Etrafını dinlemeye koyuldu. “Bu yana doğru bak” dedi bir ses. Tanıdık ve dostçaydı. “Bu tarafa doğru döndür yüzünü” diyerek ses onu çağırmaya devam etti. Korkuları yenmenin en kısa yolunun korkularla yüzleşmek olduğunu biliyordu. Zorlanarak, türlü duygu sağanağı arasında başını sol tarafa döndürdü. “beni ancak bir benzerim öldürebilir” diyen Cezmi Ersöz’e yanıt verir gibi “Beni ancak içimdeki korkuların gerçek olma hali öldürür” diye fısıldadı…

Kendine bakan tanıdık bir yüz karşıladı onu. “O” olduğunu biliyordu… Çok uzun yollardan gelip, kapısında nöbet bekleyen, korkularla tanışmadan önceki haliydi karşısındaki. Yüzünden gülümseme silinmeden anki son kareydi. O kareye, o gözlere, derinlere baktığında yüzler bir fırıldak gibi dönmeye başladı yine sol  yanında. Her yüz kendini gösteriyor, her bakış kendini anlatıyor, her göz kendini yaşatıyordu. Zaman asansörü yine içinde beslediği tüm yüzlerini karşısına çıkarıyordu. Bunlar daha çok anlam farklılaşması, tahribat ve korkudan ibaret olan an(ı)larını yansıtıyordu. Gülen, hüzünlenen, ağlayan, korkan, endişe eden, kah çocuk, kah anne, kah yorgun, kah durgun, kah güçlü, büyüklü, küçüklü yüzlerce kendi geçiyordu gözlerinin önünden…

‘Beni kendinde ara’ diyerek söze girdi  yüzlerinden oluşmuş koro. Şimdi, yıllardır yaşattığı korkular ve yüzler bir koro olmuş tünelinde onunla yüzleşmek için bekliyorlardı. “Beni kendinde ara, kendini bende” diyerek koro tekrar yapıyor, sesler koridorda yankılanıyor, yol genişliyor, daralıyor, uzuyor, kısalıyordu… Koronun verdiği mesajı, toplu şifreyi çözmeye çalışıyordu… Bu baş döndürücü, bu mide bulandırıcı, bu fırıldak gibi dönen, bu tekrarlanan kabustan usanmış, yorulmuştu…

30’lu yaşlarını süren yorgun yüz, alabileceği ve kaldırabileceği korkularının derinine inen bir bir başkasıyla karşılaştırdı onu. Bu, 12 yaşını süren, saçları örgülü, gülümseyen, korku, endişe,  tasa nedir tatmayan, tanımayan, yaşamın oyundan, şarkıdan, şiirden, mutluluktan oluştuğunu sanan gülen ve güzel bir kız yüzüydü. O resim olmak istediği, olduğu ve kaybettiğiydi… Şimdi, anlıyordu ki, 30’lu yaşlarını süren ve korkularına  yenilen kadınla 12 yaşındaki mutlu çocuk arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştı. 12 yaşında birçok anlamla, birçok kahkahayla kopardığı bağ, bugünle arasında bir uçurum açmıştı. O uçurum, kendi yolculuğunda onu kısır bir döngü gibi çevresinden koparıyor, başkalaştırıyor, dönüştürüyor, öldürüyordu…

Şimdi, tam ipin koptuğu yerde durduğunu anladı. 12 yaşıyla, şimdi arasındaki o keskin ve ölüm kokan çizgideydi. İp kopmuş oyun bozulmuş evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine denilen oyunlar sona ermişti. Oynadığı en son çocukluk oyunundan sonra kendisi de bu sıçan deliği gibi dar koridorda kısılıp kalmıştı…
Örgülü saçlı kız çocuğu, yüzünde tüm hayalleri elinden alınan bir bedelin kırgınlığı ile yürüdü. Bir yerlere gider gibi acele ediyordu. Şimdiki zamandaki kadın da arkasından  yürüdü… Birisi çocuk kalmak, diğeri büyümek istiyordu. Koro ve tüm yüzler geride kalmışlar ancak onları takip etmeye devam ediyorlardı…

Kız çocuğunun ardında kalan kadın tüm korkularını kuşanarak yürümeye devam etti. Onu yakalamalıydı!.. Ne yapacağını biliyordu. En eski bildiği anlama sarılacaktı: Şiirle ve aşkla büyüyen o cesur çocuğa…

Bir şiirlik yolu vardı önünde, bir ömürlük adımı… O adımı attı ve kendi yüzüne baktı…

Uçurtmaları bilir misin?

Uçurtmaları bilir misin?
Özgür, renkli fakat yapayalnız…
Herkesin özendiği,
Kimsenin cesaret edemediği kadar yüksekte salınırlar hani
İpleri başkalarının elinde!..
Rüzgara vermek bütün bedenini
Alıp götürsün diye seni,
Acını, yalnızlığını, kırgınlıklarını…
Gözyaşlarını kurutmak sonra aynı rüzgarda
Yüzünü yakacaklarını bile bile kurutmak…
Uçurtmalar diyorum…
Hani ipleri başkasının elinde.



ZAMANA ASTIKLARIM

Şimdi bu ortamda, büyük! şairlerin yanında şiirci, müzisyenlerin karşısında çalgıcı, popüler yaşayış karşısında şizofren, iki yüzlü, davet meraklısı, organizasyon hastası barış çığırtkanlarının yanında, başka gezegenden gelen ‘diğerleri’ olarak kalmak boynumuzun borcu olsun. ”Cevapsız sorunun boynu büküktür ve hemen anlar yetimliğini” der Metin Altıok, bizim çıkmaz sokaklı, sorusuzluğumuza inat. Etrafımız denizle değil kaybedilen kimliklerimizle, şiirsiz ve şairsizliğimizle çevrilmekteyken söylemektedir. Biz, “kaybetmeye tiryaki olmuş çocuklarız”, sözcükleri parsellemeyen cahil mahallelerde yaşarız…

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar