Takiyye: Haricilik’ten FETÖ’ye tarihsel bir bakış - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Mart 29, 2024
ManşetPoli

Takiyye: Haricilik’ten FETÖ’ye tarihsel bir bakış

 

15 Temmuz darbesiyle birlikte, herkesin gözleri önüne dökülen Hizmet Cemaati’nin (TC devletinin onlara bulduğu isimle FETÖ veya PDY) devlet kurumlarındaki gizli yapılanması, büyük soru işaretlerini de birlikte getirdi. Kolektif bir şekilde binlerce kişinin, kimliklerini, inançlarını gizleyerek devlet kurumlarına sızmaları, yıllarca cemaat ile olan bağlantılarını hissettirmemeleri, farklı dönemlerde farklı guruplarla işbirliğine girebilmeleri, başka şeyler söylerken tam tersi bir vizyon için hazırlanmaları, bize çok eski bir taktikle karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir: “Takiyye.”


İslam Ansiklopedisi, “takiyye” ile ilgili şunları söyler: Kişinin canına veya malına yönelik bir tehlike karşısında inancını gizleyip gerektiğinde aksini söylemesidir.” Ayrıca aynı Ansiklopedi, takiyyenin Şii mezhebinde daha yoğun bir şekilde kullanılmasına rağmen, bazı Sünni gurupların da belli durumlar karşısında bu tip taktiklere başvurduğunu iddia eder;

takiye arapça 

“Takiyyenin Kur’an’da geçmemekle birlikte “Âl-i İmrân sûresindeki (3/28) “tükāt” kelimesinin aynı mânada takiyye şeklinde de okunduğu bilinmektedir (Şerîf er-Radî, V, 194; Bennâ, s. 172). Zorunlu durumlarda başvurulabilecek bir kolaylık (ruhsat) olan takiyye müminlerin kendilerinden olanları bırakıp kâfirleri dost edinmemelerini, fakat onlardan sakınıp korunma halinin bundan istisna edildiğini belirten yukarıdaki âyete dayanmaktadır. Bunun dışında Kur’an’da, kalbi imanla huzur bulduğu halde küfür ve inkâra zorlanan kimsenin mâzur sayıldığını ifade eden âyetle (en-Nahl 16/106) Firavun’un tebaasından olup imanını gizleyen kimseden övgü ile bahsedilen âyetten (el-Mü’min 40/28) hareketle tehlike karşısında kişinin asıl inancını gizleyebileceği kabul edilmiştir.”

 

Takiyye İslam’ın ilk günlerinden beri kullanılmaktadır. Özellikle Hariciye olarak bilinen Müslümanlıktaki ilk muhalif gruplaşmayı oluşturan bu inanç gurubu, takiyye yapmayı bir yaşam biçimi haline getirmişti. Bunlar ilk günden itibaren kurandaki bazı kurallara karşı çıkmışlar ve hatta kendi ibadet usullerini bile ortaya atmışlardı. Çıktıkları günden beri ana İslami guruplar tarafından “zındık” ve “sapkın” olarak görüldükleri için yüzyıllarca gizlilik prensibine uymuşlar ve takiyye yaparak kendi güvenliklerini sağlamaya çalışmışlardı.

Takiyye, takiyye olarak bilinmese de bazı azınlık dinleri tarafından da başka bir dinin hüküm sürdüğü coğrafyalarda uygulanmıştır. Örneğin Kıbrıs, Girit ve Gümüşhane gibi yerlerde, aslında Hristiyan olup da Müslüman gibi görünen, kamusal alanda Müslüman, evlerinde ise Hristiyan gibi yaşayan guruplara çokça rastlamıştır. Fakat bu tür saklanma amaçlı taktiklerin büyük bir çoğunluğu, herhangi bir dini kuralı veya doktrini referans göstermeden yapılmış münferit olaylardan oluşuyordu. Genel olarak Hristiyanlıkta takiyye teşvik edilmez. Fakat buna rağmen bazı hallerde kilise tarafından tolere edildiğini biliriz. Yahudiler ise takiyye usulü disimilasyon yapmaya uzun yıllar mecbur kalmışlardı. İspanya’da uygulanan Engizisyon mahkemelerinden kurtulmak için, Hristiyanlığı kabul ettikleri görüntüsü vererek yıllarca Yahudiliklerini gizli bir şekilde yaşamışlardı. Bu tip baskılar birçok farklı coğrafyada yaşayan Yahudiler için de geçerliydi.  Görünürdeki kimliklerini hep yaşadıkları çoğunluk toplumlarına göre ayarlamaya çalışmışlar, onlar gibi giyinip, onlar gibi davranıp, böylece hayatlarını kurtarmaya çalışmışlardı.

Takiyye yapma genellikle bir tür baskı karşısında uygulanan bir taktiksel tavırdır. Yani açık direnişi gerçekleştirecek bir ortam yoksa sessiz direniş yürürlüğe sokulur. “Sessiz direniş̧” olarak adlandırabileceğimiz bu direnme şekli, diğer kolektif direniş biçimlerinden ya da sosyal hareketlerden oldukça farklıdır. “Bu tür pratikler, açıkça meydan okuma ya da çatışma gücüne sahip olmayan insanlar tarafından gerçekleştirilir. Bu pratikler çoğunlukla gizli, kasıtlı olarak tasarlanmış̧ ve kime karşı olduğu doğrudan anlaşılmayacak biçimde düzenlenmişlerdir” (Ewick, 2008: 1337, Kök 2011).

Diğer bir ünlü sosyal bilimci Michel de Certeau da “güçsüzlerin, iktidar karşısında doğrudan olmayan, direniş̧ olarak nitelendirilebilecek bir takım etkinlikler geliştirdiklerini öne sürmektedir. Güçsüzler, Michel de Certeau‘nun ―hile yapma (making do) olarak nitelediği bu dağınık, sessiz direnmeler sayesinde ―reddetme imkânlarından ve araçlarından yoksun oldukları iktidarla oyun oynamakta; bu düzenin elinden, bu düzeni terk etmeden, bu düzenden uzaklaşmadan kaçıp kurtulabilmektedirler” diye yazar (De Certeau, 2008: 46; Kök 2011).

Sosyal bilimci Necmi Erdoğan ise Osmanlı dönemindeki “tabi” kesimlerin yani tebaanın, Devletin boğucu baskılarından kurtulmak için bu tip taktiklere sıkça başvurduğunu yazar.

Tabi / madun kesimler, terk edemeyecekleri, orada yaşamaktan başka şanslarının olmadığı ve fakat kendi yasasını onlara dayatan yerde bu yasanın kuralları ile oynadılar, açıklarından yararlandılar, açtığı yarıklardan sızdılar; yani kendilerine dayatılan sisteme bizzat kendilerinin bu sistemi kullanma tarzlarını kurnazca sızdırdılar. Böylece, görünürde kadir-i mutlak olan devlet iktidarıyla onun bu imgesini bozmadan baş etmenin muhtelif yollarını buldular. Mevcut tahakküm ilişkilerini doğrudan ve cepheden reddetmeden ve üstelik böyle bir bütünsel muhalefet bilinci de taşımadan, zekice bulunmuş hilelerle ondan başka bir şey yaptılar.”

takiye karikatru

Özellikle kendini Sunni olarak gören Osmanlı devletine karşı, Anadolu’da yaşayan Aleviler gibi birçok farklı mezhep ve düşünceye ait kitleler veya farklı İslami yorumlara ait kolektifler, takiyye modelini sıkça uygulamışlardı. Tabii gerek devlet, gerekse devlete sadık çoğunluk cemaatlerinden gelenler, bu tip yollara yönelenlerin varlığından her zaman haberdar olmuşlar ve onları tam olarak deşifre etmeseler bile orada olduklarını hissetmişlerdi. Bundan dolayı ortaya çıkan “devlet şüphesi” ve devletin “sadık” tebaalarının “meraklı” bakışları farklı kovuşturma stratejileri geliştirerek onları açığa çıkarmak için büyük uğraşlar vermişlerdir.

Bu arada kurunun yanında yaş da yanabiliyordu. Örneğin Yeniçeri ocağının ılga edildiği 1826 yılında, Yeniçerilerin ruhani önderliğini yapan Bektaşiler de kitlesel kovuşturmalara, sürgünlere ve katliamlara maruz kalmışlardı. Bu tip kitlesel tehlike ise onların açığa çıkmalarına değil tamamen yer altına çekilmelerine neden olmuştu. Bu tür 12 İmam veya Alevi felsefesine sahip guruplar sadece Osmanlı döneminde değil Selçuklu döneminde de baskı altına alınmaya çalışılmışlar ve sonuç olarak takiyye yapmaya zorlanmışlardı.

takiyye

Ibn Batûta’nın Seyahatnamesinde geçen bir anekdot durumun vaziyetini teyit eder niteliktedir:

“Sinop’a geldiğimiz vakit, halk bizim iki elimizi yana indirerek namaz kılmakta olduğumuzu görmüştü. Bunlar Hanefî mezhebinde bulundukları için Malikî mezhebini ve onun namaz kaidelerini bilmiyorlardı. Halbuki bu mezhepte iki elleri yana salmak tercih olunmaktadır. Bu çevredeki insanlardan bazıları Irak ve Hicaz’ı görmüş olduklarından oralarda yaşayan şîîlerin ellerini yanlarına bırakarak namaz kıldıklarını da biliyorlardı. Bu benzerlikle bizi şîîlikle itham ettiler ve bu konuda sorular sordular. Onlara bizim Malikî olduğumuzu anlatmaya çalıştıksa da bir türlü inandıramadık. Yüreklerinde hâsıl olan şüphe devam etti durdu. Nihayet belde nâibi hizmetkârıyla bize bir tavşan göndererek ona bizim tutumumuzu izlemesini tembih etmişti. Gönderilen tavşanı kestirdim, pişirterek hep birlikte yedik. Hizmetkâr bunu görünce efendisine gidip olanı anlattı ve işte ancak, o zaman hakkımızda uyanan şüphe giderek, bizlere hemen ziyafetler verilmeye başlandı. Gerçekte şîîler tavşan eti yememektedir.”

Batuta’nın anlattığı bu anekdottan, Şiiliğin o dönemde bile Sunniler tarafından “sapkın” bir mezhep olarak görüldüğünü göstermekte, onların takiyye yaptıklarını ortaya çıkartmak için inançlarındaki bazı yasak öğeleri onlara yaptırmaya zorlayarak, onları deşifre etmeye çalışmışlardı. Bu işlemin halkın müzevirliği ve Devlet memurunun işbirliğiyle yapıldığı ise bu anekdotta açık bir şekilde görülmektedir. O dönemlerde “sadık” tebaa her zaman devletin kulağı, gözü ve dili olarak hareket edebiliyordu. Bu da yoğun bir mahalle baskısı ve ağır bir izlenme korkusuyla farklı düşüncedeki insanları takiyyeye devam etmelerine, hatta zamanla büründükleri kimlikte kalmalarına yani asimile olmalarına bile neden oluyordu. Tarih takiyye yaparken zamanla asimile olmuş cemaatlerle doludur. Bunun en güzel örneği, üç yüz yıl boyunca Müslüman gibi yaparak yaşamak zorunda kalmış Sabetayistlerdir.

  1. Yüzyılda kendini peygamber ilan eden İzmirli Yahudi Sabatay Sevi, dönemin Yahudi din adamlarının şikayeti üzerine Osmanlı Sarayı tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştı. Ölmektense peygamberlikten vaz geçmeyi yeğleyen Sevi İslam dinine geçecekti. Sevi kendisi gibi Müslümanlığı kabul eden ailelerle birlikte Selanik’e yerleşerek dış görünüşte Müslüman, gerçekte ise Yahudi olarak yaşamaya devam etmişti. 20. Yüzyıla geldiğimizde ise bu gurup yeni nesillere öğretilerini aktarmaktan tamamen vaz geçtikleri için tarihe karışacaktı.

Görebildiğim kadarıyla üç farklı Takiyye çeşidi vardır. Birincisi, daha çok günlük hayatta karşılaştıkları bir zorluk ve özellikle hayati tehlike karşısında “günü kurtarmaya” yaramakta ve kısa süreli veya duruma göre uygulamaya sokulabilmektedir. İkinci tip ise uzun dönemli takiyye yapanlardır. Bu kategoridekiler bazen bürünmeye çalıştıkları dinden bazı etkilenmelere maruz kalarak daha melez veya hibrid bir forma dönüşebilmektedirler. Yani bütün bir hayatı bile takiyye yaparak geçirilebilmektedirler. Bu sürede takiyye yaparken ödünç alınan ritüeller ve inançlar zamanla içselleştirilerek  takiyyeci gurupları melezleştirebilmektedir. Örnek olarak yine 1826 yılından Sultan Mahmut tarafından kovuşturmaya uğraya bazı Bektaşileri gösterebiliriz. Bektaşi tekkeleri o dönemde ya yıkılmış ya kapatılmış, ya da devlete sadık Nakşibendi tarikatına devredilmişti. İşte bu ortamda bazı Bektaşiler gerek hayatlarını ve gerekse tekkelerini terk etmemek için Nakşibendi tarikatına intisap  etmişler ve zamanla Nakşi-Bektaşi diyebileceğimiz farklı bir dini tavrı yaratmışlardı. Üçüncü tipte ise takiyyeyle, düzenbazlık arasındaki fark yok denecek kadar azalmıştır.

İlahiyatçı Mustafa Öztürk konumuzun ana aktörü Gülen Hareketinin de, zamanla melezleştiğini iddia eder:

“Anadolu coğrafyasında filizlenmiş bir hareket olarak Gülen cemaati fikrî nesep ve kültürel kimlik itibariyle bu topraklara aittir; fakat hâl-i hazırdaki hareket fıkhı dikkate alındığında artık hibritleşmiş/melezleşmiş bir karaktere sahiptir. Uzun yıllar boyunca kâh öz vatanda diaspora algısı, kâh arada kalmışlık duygusu gibi travmalarla baş etmeye çalışan cemaat özellikle yurt dışına açıldıktan sonra yeni bir kimlik edinme ihtiyacı hissetmiş, haliyle bu süreçte gerçekleşen kimlik ve karakter melezleşmesini bilerek ve isteyerek tercih etmiştir. Söz konusu melezleşme, farklı kültürlere ait semboller, söylemler ve imgelerin yeni bir kültür potasında birbiriyle kaynaştırılması yahut çeşitli kültürlere ait farklı unsurların olgusal düzlemde harmanlanması diye tanımlanan senkretizm kavramıyla da ifade edilebilir.” 

Genellikle takiyye geçici bir süre için uygulamağa sokulmasına rağmen, zamanla kurumsallaşarak, savunma amaçlı taktikten çok, stratejik amaçlı bir kullanıma da dönüşebilmektedir. Kurumsallaşma bir çeşit otoritenin varlığını yaratmakta ve kararların daha hiyerarşik bir şekilde alınmasına da neden olmaktadır.  Yani başka bir deyişe sadece “bugünü” değil de “geleceği” kurtarma operasyonuna dönüşebilmektedir. Takiyye bu doğrultuda uzun dönemli bir stratejik olguya dönüşmekte ve kendi toplumları için farklı tahayyüllerin kurgulanmasına sebep olmaktadır. Yani takiyye artık baskı altındaki cemaatlerin meşru müdafaası için değil de, daha çok iktidarı devirme, veya iktidara talip olma yönünde çalışan bir enstrüman haline gelebilmektedir. “Artık her yol mubahtır.”

İlahiyatçılara göre Takiyye yapma ruhsatı, zamanla bazı kesimler tarafından (Sünniler bu konuda Şiileri suçlar) iyice esnetilerek hayati tehlike anında uygulanacak bir ruhsattan, bazı cemaatlerin gelecekte kazanabilecekleri muhtemel menfaatlerine ve çıkarlarına zarar gelmemesi için dahi başvurdukları sıradan bir yönteme dönüşmüştür. Takiyyenin bu yeni boyutu, örneğin Türkiye’deki Kemalist dönemde kendilerini Kemalist devletin kontrolündeki resmi devlet İslam’ından farklı bir yere oturtan kimi İslamî gruplar tarafından devletin belli kademelerine yükselebilmek veya dışlanmamak için kullanılmıştır. Bu doğrultuda bir taraftan takiyye yaparak Kemalistleşmiş devlet kademelerini doldurmaya çalışırlarken diğer taraftan namaz kılmaktan, oruç tutmaktan uzak durmuşlar, hatta esas amaçları anlaşılmasın diye meslektaşlar arasından düzenlenen etkinliklerde içki içilmesine bile cevaz verebilen bir noktaya savrulmuşlardı.

Bu tip takiyye, iktidardan gelen tehdidi savuşturmaktan çok, iktidardan nemalanmak ve yahut kendi “ajandalarını” veya “projelerini” hayata geçirmek gibi bir amaca yönelik olmaya başlar. Esasında ilk başlarda takiyye bireylerin aldıkları karar sonrası uygulamaya sokulurdu. Gerçi kendilerini tehlikede hisseden bazı mezhepler de bunu kullanmışlardı ama özellikle günümüz post Kemalist Türkiye’sinde, Fethullah Gülen Cemaati gibi birtakım melezleşmiş İslamî gruplar adeta yeraltı örgütü gibi kendi hedeflerini gizli tutarak topluca hareket etmişlerdir, bu da düpedüz bir iktidar kavgasından başka bir şey değildir.

Bugünkü yazımızda takiyyenin daha çok hayati bir tehlike veya dini vecibelerin tam olarak yerine getirilemeyecek durumlarda kullanıldığını göstermeye çalıştık. Bu durumun bazen Baskıcı rejimlere hissettirmeden, gizli bir strateji çerçevesinde kadrolaşarak, zamanla devleti işgal için de kullanılabileceğini Gülen olayıyla hepimiz görmüş vaziyetteyiz. Ama önemli soru buna benzer takiyye yapan cemaatlerin veya ideolojik gurupların devleti ele geçirmesinin nasıl önleneceğidir. Bence bu tip taktik veya strateji şeklini almış sızmaların önlenmesinin tek yolu gerçek anlamda uygulanacak şeffaf ve liyakata dayalı bir sistemin kurulmasıyla ancak olabilecektir. Bunun için de Türkiye’nin acil bir şekilde daha şeffaf, çoğulcu, tüm farklılıkları tolere edecek bir demokratik sisteme geçmesi lazımdır.

Dikkat edilirse, Gülen tehlikesinin ve darbe girişimine karşı ilan edilen Olağan üstü halin kullanılarak, FETÖ ile mücadele adına devleti arındırır(mış) gibi yapmarak, liyakata bakmadan binlerce iktidar taraftarının hak etmedikleri yerlere ve kadrolara yerleştirilmesi gibi keyfi uygulamalar ve en önemlisi iktidara karşı duran tüm muhaliflerin (özellikle onlarca gazetecinin)  FETÖ’cü ilan edilerek tutuklanması da bir çeşit takiyyedir. Olağan üstü hali geçici ve sınırlı şarta bağlı bir ruhsat olarak değil de siyasî bir avantaj olarak istismar etmek de, “münafıklığın” kapısını çalmaktan başka bir şey değildir. “Terörle mücadele” adına durmadan ortamı germek ve her gün yeni düşmanlar (bazen hayali) yaratmanın kimseye faydası yoktur. Zira “münafıklığın” daniskası, yalandan, inanırmış gibi yapmak veya biat etmiş gözükmek değildir. Bizzat yalanın ta kendisidir.

Kaynakça

Selcen Kök, Kent Yoksulluğu ve Siyaset: Ankara Örneği, Yayımlanmamış Doktora tezi, 2011.

Necmi Erdoğan, “Devleti İdare Etmek: Maduniyet ve Düzenbazlık”, Toplum ve Bilim, 83, Kış, 2000.

Michael De Certeau, The Practice of Everyday Life, (trans.) S. Rendall, University of California Press, U.S.A. 1984.

James C. Scott, Direniş Sanatları, (çev) A. Türker, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1995

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar