Dün “tek egemenlik, tek uluslar arası temsiliyet ve tek kimlik” olarak ifadesini bulan “yeni Kıbrıs” üzerine “pozitif” dediğimiz düşüncelerimizi ortaya koymuştuk…
Ancak eklemiştik. “Yarın da tek egemenliğe dayalı çözümün o kadar kolay olmadığını anlatacağız.” Ve anlatıyoruz:
İŞTE KUŞKULARIMIZ: BM’ler tarafından tescili yapılmış “tek egemenliği” Kıbrıs gibi kendine özgü siyasi sorunu olan bir adada kaldırabilmek, yürütebilmek dolayısıyla sindirebilmek çok zordur. Bunun için keskin vurgularıyla anayasal ve hukuki kurallardan çok daha fazlası gerekmektedir ki o da dün ifade ettiğimiz gibi “Demokratik anlayış ve Şovenizmden arındırılacak ‘yeni kafa yapılarını’ gerektirmektedir…”
Eğer Rum halkı ile kilisesi bu iki unsuru “tek egemenlikten” önce “kafalarında egemen” kılmazlarsa bu adada çözüm olsa da olmaz!
GELELİM TEK EGEMENLİK RİZİKOLARINA: Bir kere henüz 280 bin kişilik Kuzey’deki varlığı ile bu varlığın içinde iskân edilmiş “Türkiyeliler” olayının henüz lafı edilmemiştir. Oysa gündeme konmalıdır: Ve daha müzakereler başlamadan Rum tarafının Kuzey’deki mevcut nüfus yapısını olduğu gibi kabul ettiğine yönelik bir deklarasyon yayınlaması istenmelidir… Aksi halde “Tek egemenlik” başlığı altına “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar” girdikte, Rum tarafı pek alâ da ayrı bir parantez açarak, “fakat Türkiyesiz ve Türkiye kökenlilersiz” muzırlığını yapabilir… Ki hatırlatalım: “Türkiye” faktörü Rum açısından öncül bir sorundur! Hedefi, kesinlikle kaldırılacak “Garanti Anlaşmaları” ile birlikte “Kıbrıs’ın Türkiyesizleştirilmesidir…” Nitekim bu sorun müzakereler safhasında çok baş ağrıtacaktır. Çünkü:
TÜRK TARAFI GÜNEY’DEKİ RUM’LA ADADA YALNIZ KALMAK İSTEMEMEKTEDİR… Bu bir güven sorunudur ki 1960’da iki halkın Kıbrıs Cumhuriyeti ile “üniter devlet” oluşturulmasına verilen fırsat, Türkiye’nin Garantörlüğüne ve adadaki askerine karşılık Rum saldırılarından kurtulamamış, Türk halkı yıllarca Rum milis güçleri ve Yunan askerleri tarafından kıyım kıyım kıyılıp göç yollarına düşürülmüştür…
Tarihte böylesi acı bir gerçek yaşanmışken adadaki Türk halkı neden Rum’un “tek egemenlik” şemsiyesi altında, Türkiyesiz dolayısıyla korumasız kalacağı bir “yalnızlıkta” kendini güvende hissetsin?
VE İŞTE BÜYÜK SORUN: ‘Anastasiadis’li Rum tarafı müzakerelere başlarken şu konularda direnecek ve kendi önerilerinin kabul edilmesi için yeni baskı unsurları oluşturacaktır.
BİR: Türkiyesiz bir Kıbrıs! Dolayısıyla asla kabul edilemeyecek Türkiye’nin garantörlüğü…
İKİ: Nitekim “Tek egemenlik” isteminin hemen ardından “tek kimlik ve tek Uluslar arası temsiliyet” gelmektedir ki Kuzey Kıbrıs bu vurgulamalarla Türkiye’den kopartılmaktadır.
ÜÇ: “Kurucu devletlere” kendi içlerinde egemenlik hakkı tanınmasına karşılık dıştaki her hangi bir ülke ile ilişki kurmasına, iş birliği yapmasına “yasak” getirilmektedir.
DÖRT: Yani Kıbrıs Türk halkı tamamen Türkiye’den tecrit edilmektedir!
BEŞ: Buna karşın müzakereler başladığında “yönetim” başlığı ile karşımıza çıkacak bir sorun daha vardır: “Çapraz Oylama!” müthiş ve tehlikeli bir oyundur ki vakti zamanında Talat Hristofyas’la bu konuda uzlaşmış denmektedir… ALTI: Ki konu gündeme geldiğinde Türk halkı Rum seçmenle birlikte mesela Rum Cumhurbaşkanı’nı seçmek zorunda kalabilecektir… Bu tip olaylar ise “Rum’un Kuzey’in aidiyetini kendi aidiyeti içinde asimile etmesini getirebilecektir…”
YEDİ: Bir diğer tehlike, askerden arınmış Kıbrıs’ın AB üyeliği sürecinde de olsa Türk halkının “Tek egemenlik, tek vatan” çatısı altındaki güvenliğinin nasıl sağlanacağıdır…
KÖTÜMSER OLMAK İSTEMİYORUZ: Ancak iyimser olmak için çok fazla nedenlerimiz yoktur. Müzakereler bugün başlıyor. Süreç içinde “başlıkların” nasıl büyük tartışmalara neden olacağını zaten göreceğiz… Ve yazıp anlatmaya devam edeceğiz ki bu adada Rum’la anlaşmak kolay değildir… İnşallah yüzümüzün “karası” ile kalırız!
**********
BİR YANDAN KURAKLIK BİR YANDAN MAZABATA MAĞDURLARI…
Baktım bizim fakirhanenin dört beş petunya ile sardunya ektiğim ön taraftaki küçük toprak parçacığında iki üç arı uçuyor… O çiçeklere konmaya çalışıyorlar ama belli ki sevmediler, konup hemen kalkıyorlar…
Hayret ettim. Çok uzun yıllardır kış mevsiminde hele Şubatta ilk kez arı görüyorum. Çünkü arılar da kış uykusuna çekilirler… Demek ki havalar o kadar ılık! Arılar bile kovanlarında uyuyamamış, dışarı fırlamışlar…
Tutun ki durum tam bir felâkettir. Çiftçiler eğer önümüzdeki günlerde yağmur yağmazsa artık tarlaya serpilen tohumlardan umudu kesmek gerekir diyorlar. Zaten çoğunluğunca o kadar cılızlar ki toprağın o gri rengini bile örtmeye yetmemişler…
Mesela bugün oldu halâ o çok sevdiğim gömeç çorbasını içemedim… Gömeçler çıkmadı!
Devlet ise çok daha kurak: Eğer Meclis de bazı “tasarıları” yasalaştırmasa tutun ki memleket durdu duracak! Kaldı ki “bütçesel harcamaları” gerektiren hiçbir iş yapılmıyor… Yapılanları ise mağduriyete uğramış kesimlere “teşvikler” verilmesi…
VE MAZABATA MAĞDURLARI SORUNU: Binlercesi ile! Fakat bu kez tekerlek ters dönmüş. İlk kez borçlu olanlar değil, alacaklılar mağdur durumlara düşmüşler. Bu konuda açıklama yapmak gereğini duyan Barolar Birliği Başkanı Ünver Bedevi “iki yıldır mazbatalar siyasiler ve polis tarafından gayri yasal ve keyfi uygulamalarla bekletilmektedirler…” Öte yandan bazı mazbata mağdurları serzenişte bulunuyor ve şöyle diyorlar.
“Hep borçlu lehine kararlar alınıyor. Uygulamaların tümü borçlu lehine yapılıyor. Kötü niyetli borçlular var. Parası olup da borcunu ödemek istemeyenlere ise gün doğuyor…” Mesela alacaklılar mahkeme kararları ile borçlarını taksit taksit alıyorlar ki bazılarının süreleri otuz yılı buluyor!
Daha önce yazmıştım. Bir arkadaş işini yaptığı bir başka iş insanına, “yahu demiş aylar geçti. Şu bize olan borcunu ödesen iyi olur, ben de dardayım.” Cevap, “vermem nere istersen git!” Yani artık alacak verecek olayları bu kadar pervasız ve resmen dolandırıcılıkla gasp etmeye dönüşmüş…
Bir yandan kuraklık felâketi öte yandan “toplum katlarında kanayan yaralar…” Ve bir yandan da “devleti saran çaresizlik…” İnsan memleketini her şeye karşın sever dolayısıyla üzülüyoruz demiş olsak her halde inanırsınız…
**********
MAĞUSA’YI ESİR ALAN “AĞAÇLARDAN” TAM DA KURTULMA ZAMANIDIR
Hemen her gün zaten zayıf olan gözlerime “kör olasıcalar” diyerek nanik çekerek girerler… Bakıp gördükçe canım sıkılır. Bir yandan da sayıları kim bilir ne kadar olmuş, kendileri bile bilmezler, şu türlü çeşitli “çevre örgütlerine” kızarım.. Çünkü “koruyacağım” diyerek kazan kaldırıp yollara düştükleri o “yeşil” bazen başlara dert, gönüllere ise karalar çalmaktadırlar.
Olayı anlatayım: Bu memlekette öylesine aklı evvel insanlar vardır! Üstlerine vazife değildir ama kendilerine ait olmayan evlerinin önlerindeki boş arazilere, adına “ağaç sevgisi” diyerek ellerine ne geçerse ekerler… Eski eserlerin avlularını incirler, serviler, çam ağaçları ile doldururlar… Öte yandan artık ne dalları ne de yaprakları kalmamış yüz yılı aşkın koca koca odundan ibaret ağaçları kesecek olsalar, “yeşile kıyıyorlar” diyerek yollara düşerler… Bir yol yapımı için kesilmesi gereken ağaçlar söz konusu oldukta memleketin altını üstüne getirirler…
Mağusa bu “ağaçlar ucubelerinden muzdarip bir talihsiz kenttir.” Bazı eski eserleri dıştan görünmeyecek kadar şunun bunun sorumsuzca ektiği ağaçların arasında kalmışlardır. Memlekete üç beş turist gelir o ağaçlardan yer bulup ne fotoğraflarını çekebilir ne dıştan seyredebilir…
Öte yandan bir asır önce bahçeleri çevreleyen ve artık odunsu kalıntılar haline gelmiş serviler var. Dalları bile kalmamış ki aralarından geçen yollara uygunluğunca tadilatlar kaldırımlar yapılsın!
Bunları çok yazdık… Belki bundan sonra da yazacağız… Nedeni şudur: Mağusa yeniden asfaltlanıyor… Yeni bir Mağusa yaratmak için tam fırsattır diyoruz… Derli toplu, eski eserlerini öne çıkaran, yolları pırıl pırıl, trafik işaret ve aydınlatmaları ile yeni Mağusa…
İnşallah “görmek” kısmet olacak umudunda…