Neo-liberal Seferberlik ve Yatır Mezarlarına ve Türbelere Rüküş Dokunuşlar - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 19, 2024
Poli

Neo-liberal Seferberlik ve Yatır Mezarlarına ve Türbelere Rüküş Dokunuşlar

Mete-Hatay
Mete-Hatay

Tam olarak kitsch tanımını açıklamak gerçekten çok zordur. Kitschin yalnızca bir tanımı yoktur. Ama buna rağmen farklı açıklamalara bakarak ortak bir tanım bulabiliriz diye düşündüm ve bu ortak tanıma yakın açıklamayı popüler web sözlüğü Wikipedia’da buldum. Bu tanıma göre “Kitsch (‘Kiç’ diye okunur), var olan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir. Bu terim ayrıca, kibirli ve bayağı bir tada sahip şeylere ve ticari kaygılarla üretilmiş olan banal, rüküş ve sıkıcı ürünlere gönderme yaparken de kullanılır.”

 


Bazı bilim adamları kitsch‘in modernleşme sürecinde ortaya çıktığını iddia ederler. Yani bu iddiada modernleşmeyle birlikte geleneksel dünyanın yerleşik normlarının çözülmesiyle kitsch‘in ortaya çıkması arasında bir bağ kurulur. Mimar Sinan Üniversitesi öğretim görevlilerinden Aykut Köksal nesnenin, geleneksel anlam bağlamından kopmasına rağmen, normları yeniden düzenleyecek yeni bir bağlama katılamamasını kitsch‘i yaratan koşulların başına koyar (Köksal 2017).

 

Bu makalede biz, yukarda da iddia ettiğimiz gibi, kitsch‘in “sahici” (otantik) olmama özelliğine bakmaya çalışacağız. Aykut Köksal anlam bağlamıyla olan ilişkideki zorunsuzluğun, nesnenin sahiciliğini ortadan kaldırdığına vurgu yapar (2017): “Geleneksel anlam dünyasının zorunlu kodlarını yitirmiş bir cami mimarlığının, kodlarından (yani sahiciliğinden) kopmuş biçimde yeniden üretilerek verimli bir kitsch bağlamı yaratması da aynı nedene dayanıyor. Örneğin, caminin banisinin sultan olma olasılığı ortadan kalkınca minare sayısının birden fazla olması keyfi / zorunsuz bir karara dönüşüyor, camiyi yaptıranın maddi gücü ne kadar büyükse minare sayısı da o kadar fazla oluyor.”

 

Mehmet Ali Birant’ın çok güzel bir lafı vardı. “Türkiye hapşırsa biz nezle oluruz.” Türkiye’ye baktığımızda bugünlerde ivme kazanmış olan Kıbrıs’taki kitsch üretiminin esin merkezinin orası olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Ahmet İnsel, Tayyip Erdoğan’ın emriyle inşa edilmiş olan Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile ilgili yaptığı bir eleştiride, buranın bir azamet, bir debdebe gösterisi olduğunu yazar ve Bülent Arınç’ın bunu “bazen bu da gerekebilir” diyerek kabul ettiğini ve bu azamet saplantısına Osmanlı geleneğini dayanak olarak gösterdiğini iddia eder. İnsel ayrıca birçok ihya girişimi gibi, bu yapının da kitsch olmaya mahkûm, geçmişle ilişkisinin sadece kulakta bir seda olduğunu yazar ve Clement Greenberg’den şu değerlendirmesini aktarır (İnsel 2014): “Kitsch zamanımız yaşantısındaki bütün düzmecelerin şahikasıdır.”

 

Derdimiz sadece Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı sarayı değil tabii. Son zamanlarda Türkiye’yi ziyaret edenler Türkiye’nin tüm şehirlerinin birbirlerine benzemeye başladığına şahit olmaktadırlar. Televizyondaki reklamlarda da sıkça “İzmir Kordon Boyu’nun” yeniden İstanbul’un hemen dışında inşa edildiğini, Ankara’da yeni yapılan replika kitsch sitelerde “Boğaz Manzaralı” villaların satışa çıkarıldığını falan görmekteyiz.

 

Bu dönemde ivme kazanmış bu estetik erozyon sadece kentleri ve turistik beldeleri altüst etmekle kalmamakta, plastik sanatlardan mimariye her alanında Türkiye’nin kültürel zenginliğine ve üretimine de büyük darbe vurmaktadır. Buna benzer yatırımları Kıbrıs’taki turizm alanında da sıkça görmekteyiz. Aynen Türkiye gibi bizde de son 10 yılda inşa edilmiş Eski Yunan tapınakları, Nuhun Gemileri, Babil’in Bahçeleri ve Topkapı replikası Las Vegas tipi otellerin tüm turistik beldelerimizi süslemeye başladığını görürüz.

 

Yukarda da aktardığım gibi Kitsch’in en bilinen özelliği “sahici” (otantik) olmamasından kaynaklanmaktadır. Anlam bağlamıyla kurulan ilişkideki mecburiyet yoksunluğu, bazen niyet edilenin tersi bir sonuca da neden olabilmektedir. Örneğin geleneksel veya yerel kodlarını yitirmiş yapıların sahiciliğinden kopmuş biçimi ve bugünlerde moda olmuş tavırla geçmişi yeniden yaratma adına yeniden kurgulanmaları tipik bir kitsch tavrıdır (Köksal 2017).

 

Bu tavra verilebilecek -ticari olmayan- diğer bir örnek ise son zamanlarda Türkiye’de olduğu gibi Kıbrıs’ta da artan sayıdaki kitsch türbe ve cami inşaatlarıdır. Bu türün arkasındaki motivasyon ise maddi olmaktan çok ideolojiktir. Çünkü, tarihsel, geleneksel ve yerel bağlamından koparılmış tüm referanslar bu yeni söylemle yeni bir anlam kazanmakta ve mimari nesne olarak yatır, türbe ve cami yapma, seküler kuzey Kıbrıs’ta İslam dininin direnişini, savunmasını yani görünürlüğünü artıran bir gövde gösterisine dönüşmektedir. Bugünlerde bolca inşa edilen kubbeli, kalem inceliğindeki minareler, ve Mac camiler de Kıbrıs’ta aynı görevi yapmaktadırlar. Görünürlük, sahiciliğin ötesine geçerek önemli bir kutsal göreve dönüşebilmektedir. Burada esas hedefin “perceptibility,” “visibility” yani görünürlük olduğunu, yapılan çalışmaların mevcut eski bir yapıyı kurtarmaya ya da korumaya değil de rekonstrüksiyonuna yönelik olmasından anlıyoruz. Yani tipik bir ideolojik “sembol inşası” ile karşı karşıyayız. İşte bundan dolayı bugünlerde Dizneyland tipi kitsch cami, türbe replikası inşaatları çevremizi hızla doldurmaktadır.

 

Zamanında Kıbrıs’ta da uygulamaya sokulan Kemalist ideolojinin kültürel transformasyon projesinin etkileri, ona karşı geliştirilen itirazların meşruiyet zeminini kuşkusuz yaratmıştır. Özellikle yıllarca Osmanlı’dan kalan her şeye içimizdeki geri kalmışlığın öğesi olarak bakılması ve sonuç olarak onlarca Osmanlı eserinin yok olmaya terk edilmesi veya yıkılıp yerine “modern” dükkan ve Sinemalar yapılması ne kadar yanlışsa, şimdilerde rövanşist bir motivasyonla her yere geçmişi “yeniden inşa etme” adına, tüm mekanları eskiden esinlenilerek yapılan rüküş replikalarla donatmak kültürel yapımıza çok büyük ve kalıcı zararlar vermektedir.

 

Türkiye’de de İslamcılar 1990’larla birlikte (özellikle Belediyeleri ele geçirdikten sonra) modern dünyada karşılaştıkları sorunları aşmak için Asrı Saadet’i bugüne getirme arayışını öncelikli hedef olarak belirlemişlerdi. Uzun yıllar evrensel sanatı teğet geçip sadece İslam ve Selçuklu-Osmanlı sanatına hamasi güzellemeler yapmakla kalmıştı bu güruh. İktidara gelmeden önce bu zaaflarını fark eden İslamcı partiler, gençleri geleneksel Osmanlı sanatları olarak gördükleri ebru, hat ve süsleme kurslarına göndererek bu zaaflarını ilk başlarda geçiştirmeye çalışmışlardı (Öztan 2014). Buraları onlar için hem “güvenli alanlardı” hem de politik sosyalizasyonlarını tamamladıkları yerlerdi ne de olsa (a.g.e).  AKP, iktidara geldikten sonra bu durum bir nebze değişti. AKP koalisyonu içerisinde önemli yer tutan neoliberal düşünce kültürel faaliyetlerin içeriğini değilse bile yöntemini büyük oranda değiştirdi. Neo liberal siyasetle işbirliği içinde kapitalist içgüdülerle donanmış bu yeni “Müslüman demokratlar” ilk önce Kemalist devletin “hantal” sanat kurumlarını piyasa rekabetine açmaya çalışacaklardı. Bu arada yığınla para Kemalistler tarafından ihmal edildiği düşünülen geleneksel sanatlara aktarılacak ve yeni kurulan Yunus Emre gibi kurumlar adeta ihya edilecekti. Yalnız her şeye rağmen buralardan da evrensel boyutta yaratıcı işler yerine maalesef çoğunlukla kitsch örnekler teşvik edilecekti.

 

Güven Gürkan Öztan, Bianet’teki bir yazısında AKP’nin zamanla rövanşist muhafazakar kültür politikalarını inşa ederken bir yandan “vesayetçi sanat” olarak gördükleri evrensel kültürel faaliyetlerin alanını daralttığını diğer yandan kültürel alanı ise olduğu gibi piyasanın emrine sunduğunu iddia eder. Piyasanın söylenildiği gibi piyasa koşullarının yerine devlet fonları ve sanatı desteklemek isteyen iş adamlarına yapılan telkinler neticesinde daha klientalist yöntemlerle İslamcı ya da muhafazakar olarak bilinen “kendi çocuklarını” ihya edeceklerdi. Tabii doğal olarak da çıkan ürünler pahalı olmalarının haricinde evrensel sanat ölçeğinde hiç bir değerleri olmayacaktı. Bu dönemde beklenildiği gibi güçlenen İslami burjuvazi kalkınmacı politik iştahı ile kültür sanatı yalnızca alınır satılır bir metaya dönüştürecekti (Öztan 2014). Fakat içerik yine ezberci bir şekilde Osmanlı referansına yönelik olacaktı. Artık zaman ezberlerdeki kutsalların kutsanması zamanıydı. “Heykel olacaksa Fatih’in heykeli, müze olacaksa Fetih’in müzesi, dizi olacaksa Yedi Güzel Adam olmalıydı!” (Öztan 2014).

 

Yine Kıbrıs’a dönersek. AKP ile derin devlete karşı, Annan planı döneminde flört eden Kıbrıslıların büyük bir kısmı 2009 yılından sonra AKP’nin diğer yüzünün buralara da el atmasıyla birlikte paniğe kapılacaklardı. AKP ilk başlarda “dinsiz” ama kullanışlı olarak gördüğü sol ittifakı tasfiye ettikten sonra adadaki az sayıdaki dindar ve çoğu Türkiye kökenli kişileri acentesi olarak tayin edecek ve onların istençleri ve istekleri doğrultusunda politikalara yönelecekti. İlk hedef tabii ki uzun yıllardır İslam’ın Kıbrıs’taki “önemsizleşmiş” statüsü olacaktı. Hızla upgrade edilmeliydi. Bunun için mevcut kurumlara el atıldı. Müftülük önemli bir pozisyona getirildi ve bütçesi şişirildi. İslam koleji açılarak mütedeyyin ailelerin çocuklarına seküler çocuklar karşısında daha güçlü bir duruma gelmeleri için destek verildi. Doğrudur Kıbrıs’ta İslam uzun yıllardır belli oranda ihmal edilmişti. Ama asla yok edilmiş değildi. İnanç büyük oranda kendi mahremine çekilmişti. Birçok kişi dini kişisel bir mesele olarak görüyordu artık ve aracılara pek güvenmiyordu. Dini kurumlar onlar için fazla önemli değildi. Medrese İslamı yerine Halk İslamı daha yoğun bir şekilde icra ediliyordu. Yatır ziyaretleri, mevlit, Zekeriya sofraları yoğun bir şekilde devam etmekteydi. Fakat AKP ve yeni işbirlikçileri için bu yeterli değildi. Kamusal alandaki görünürlük daha önemliydi. İşte bu yüzden son 8 yıldır büyük bir atağa geçilerek birçok dini mekan ya elden geçirilecek (hiç itirazım yok) ya da daha önemlisi ve yanlış olan yerine kendi estetik anlayışlarına göre koca koca büyük replikalar inşa edilecekti. Bu binaları yaptıranlar, yeni kazandırılan mimarileriyle ve Türkiye’den getirilen hocalarıyla birlikte Kıbrıslılar için artık birer yabancı unsura dönüştüğünün farkında bile değildirler. Evet Kıbrıs’a bir mühür vuruluyordu ama Kıbrıslıya tamamen yabancı gelen bir mühürdü vurulan. Kubbeli beyaz aynı tip Mac camiler amaçlanandan ters bir tepkiye neden olmuştu.  Merkezileşen ezan, hoparlörlerden kulakları tırmalar bir şekilde herkese huzur veren değil rahatsız edici gelendi artık. Şimdi ise sıra halk İslam’ının ziyaret mekanlarına gelmiştir. Onların da Kurumsal yeni Türk İslam’ının şefkatine ihtiyacı varmış herhalde. Bu yüzden yüzyıllardır mum yakılan, çaput bağlanan yerlerin yapılarına hiç bir kuruma ve en önemlisi halka sormadan müdahaleler başlatılmıştır. Yüzyıllardır mum yakmak ve adak için ziyaret edilen yerler yeni İslamcı neo-liberal anlayışın fırça darbelerine maruz bırakılmaya başlanmıştır. Halkımız ise sanal medyada infial etmekten öteye geçememektedir. Bu durum eğer böyle devam ederse yüzlerce yıldır tevazu içinde mahallelerimizin bir köşesinde duran onlarca yatırımız bu yeni Dizneyland anlayışındaki elden geçmelerle, şatafatlı ve rüküş bir şekilde süslenmiş yabancı unsurlara  dönüşeceklerdir. Benden söylemesi!!

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar