Merhaba… - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Köşe Yazarları

Merhaba…

Başka ülkeleri, başka şehirleri gerek fiziksel olarak gerek internet üzerinden gördükçe kendi yaşadığımız memleketi, şehirleri ve yaşam biçimlerini sorgulamadan edemiyor insan… Hele ki bir de mimarsanız.

Mimarlığın iki çizgi arasında olmadığı bir yaşam dizini olduğunu biliyorsanız aslında sadece çizim değil bir kurgunun ve sebep sonuç ilişkisinin ve arkasında çokça sebeple beraber bu yaşamı oluşturduğunu bilirsiniz.


Yukarıda değindiğim nedenlerden bahsedecek olursak; sosyokültürel, sosyoekonomik yapının ve kişinin mekânsal bağını güçlendirecek en güçlü kavramlardan birinin aidiyet olgusu olduğunu söyleyebiliriz.

Bunları kaleme alırken, bir yandan da kendimi Kıbrıs’ın, özellikle kuzeyinin meydan, park gibi kamusal alanlardan neden mahrum bırakıldığını sorgularken buluyorum.

Neden bizim şehirlerimiz farklı cinsiyet kimliklerinden, başka başka mezhep, din ve etnik kökenden insanlarını katmanları ile ayrıştırıyor örneğin? Neden mesela adanın diğer yarısında yaşayan insanlar ile paylaşılan ortak manevi ve tarihi değerleri hatırlatan kamusal alanlar yerini fiziki ve mental bölünmüşlüğe terk etmiş?

Çevreme bakıyorum, bu kadar aydın ilerici diye tanımladığım bir sürü insan varken neden hala dünyanın çok gerisindeyiz? Kıbrıs’taki insanların eğitim/öğretim seviyesi ile doğru orantılı sosyal, fiziki, kültürel altyapıda bir yaşamımız olduğunu kim iddia edebilir ?!

Çevremde kim olduğunu bilen, kimlik problemi olmayan bir sürü insana rağmen, bu salgında en derinden kendini belli eden toplumsal bencillik ve kimi insanların cahilliği ister istemez “Bunlar kim? Kıbrıs ne zaman böyle oldu?” diye sorduruyor insana.

Doğru insanların, doğru işleri yapamaması, liyakata dayalı bir iş algısı olmaması, halen daha feodal ilişkilerde boğulmamız, nepotizmin gün geçtikçe iliklerimize işlemesi ayrı bir yazı konusu ama bugün yaşanan çağdışılığımızın da en önemli sebebi…

Evet tamam her şeye rağmen yaşamak zorundayız yaşamak için de çalışmak ama kendimizi satmak, ruhumuzu satmak zorunda değiliz.

Şikâyetten çözüm üretme eylemine geçişte nedense bir akıl tutulması yaşıyoruz çoğu zaman bireysel ve toplumsal manada…

Düzeltilebilecek en küçük sorunlarda bile…

Sürekli şikâyet ediyoruz memleketimiz temiz değil diye örneğin… Hep şöyle bir düşüncem olmuştur; herkes bir ucundan tutsa çevre temizliğini düzeltmek çok mu ütopik?

Büyük adımlardan önce küçük adımlarla başlayabiliriz işe…

İlk önce kendi evimiz, bahçemiz ve evimizin önünü temizlesek mesela ama kendi evimizi komşunun sınırına kadar süpürüp çöpümüzü onun kapısına bırakmasak.

Yaşananları düzeltebilmek toplum olmayı başarabilmekten geçer… Toplum olmayı başarabilmek ise kendi bencil çıkarlarımızı toplumsal fayda, “ortak iyi” için feda edebilmekten…

Örnekleyelim: Çokça memur, belediye çalışanı var ülkede ama nedense hep personel azlığı da var… Anlaması güç! İşbirlikçi bir yaklaşımla, karşımızdakinin üzerine basmadan, ortak faydanın toplumsal bir ivme yaratacağı bilinciyle tüm olumsuzlukların üstesinden gelebiliriz… Başlangıç için sadece küçük başarı hikayeleri yaratmak gerekiyor sanki…

Uzmanlık alanıma döneyim… Şöyle bir düşüm var… Düş olmayacak kadar olası oysa: Sokakların Kıbrıs Kıbrıs, yasemin, turunç koktuğu, kendi kültürümüzle çeşitlenen bir yaşam… Kocaman müzeler yerine küçük küçük müzelerimiz olsa, meydanda plastik sandalyeler yerine iskemlelerde otursak, kahve kokusu sarsa ortalığı, hani çocukluğumuzdaki gibi elimizi selam vermekten aşağıya indiremesek mesela…

Yazdıklarım sakın yabancı düşmanlığı olarak algılanmasın. Bahsettiğim ülkenin özgür ve özgün yapısının korunması…

Nasıl ki bizler gittiğimiz başka ülkelerin kendi gerçekliğinde sarmalanıyorsak gelen de bizim gerçekliğimizi yaşamasının gerekliliğidir bahsettiğim…

Başkalarına benzemeye çalışmayalım; biz, biz olalım, biz kalalım, kendimizi kültürümüzü koruyalım.

Yukarıda yazdığım özlenen mimari, şehirsel, kültürel ve sosyal yapıyı belirli bir ölçekte Güney Kıbrıs başarabilirken biz neden başaramayalım?

Evet belki onlar gibi dünyevi ölçeklere entegre değiliz. Onlar gibi finansal ve teknik yardım da almıyoruz ama gerekçe bu olamaz… Biz, kaynaklarımızı doğru kullanamıyoruz, bürokrasi içinde kayboluyoruz, koltuk kaygısından bir ömrü törpülüyoruz….

Aslında davranış alışkanlıklarımızın altında yatan psikolojik motivasyonlar birçok şeyin özeti… Neden gidiyoruz Güney’e, neden seviyoruz orada zaman geçirmeyi? Halen “Kıbrıs” koktuğundan olmasın?

Bahsettiğim aidiyet duygusu, daha net şehir kimliği, daha tanıdık oluşu, kokusu, dokusu ve tadı yüzünden seviyoruz aslında…

Kendi karakterimizi ortaya koyarak biz de yapabiliriz bu özlenen “gerçekliği” yeter ki isteyelim, yeter ki çözüm odaklı pozitif yaklaşalım; yıkmak üzere değil kurmak üzere ayarlayalım ruhumuzu.

Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar