İnsan, arada bir geriye dönüp bakmalı. Geçen yılların bıraktığı anılar, gerçekte hayatın ta kendisi.
Yaşadığımız yılların hareketliliği, paranın her yerde esas güç olması, dostlukların arkadaşlıkların kolay kolay gerçekleşmemesi, modern denilen hayatın acınası tekrarı, bunlar herkesi alabildiğine yoruyor.
Kıbrıs Türkleri 1950 lerde genellikle köylerde, elektriksiz ortamlarda , tuvaletlerin olmadığı evlerde yaşarlardı. Gece lamba suyu ile çalışan lambalar ortaya çıkartılır, yemekler selelerde yenirdi.
1960larda bile, sele üzerinde , büyük orta tabakta yemek yiyen Kıbrıslılar çoktu.
Dillirga’da eşek ve öküzlerin çektiği tahta sabanlarla ekinler ekilir ve tarlalalar imece ile, orakla biçilirdi.
Köylünün keçiler ve tavuklarından sonra en değerli varlığı eşeklerdi.
Eşekler hem yük taşımada hem de çevre köylere gidişte, ulaşım aracı olarak kullanılırdı.
Hemen hemen her köyün , yılda bir yapılan PANAYIR’ları vardı.
Köy panayırlarına gelen satıcıların satışları, bölgeye büyük bir canlılık verir, çocuklar oyuncak satılan arabacıkların yanından pek ayrılmazlardı.
O yıllarda Dillirga’da meyva olarak sadece badem , incir ve üzüm bulunurdu.
1964 e kadar Yalya köyünden iki eşekle gelen dizlikli, neşeli bir ihtiyarın heybelerinde portakallar, erikler, elmalar bulunurdu.
Köylülerde pek para olmadığı için, arpa , zeytinyağı, pekmez, badem veya kuru incir karşılığı özellikle erikler ve dillirgada olmayan bağ üzümleri alınırdı.
Yılda iki kez de, renkli elbiseleriyle Çingeneler gelirdi.
Erkek çingeneler kahvelerde köylülere eşek satmaya çalışır, oğlaklarla eşek alımı gerçekleşirdi.
Çingene kadınlar ise 3 lü gruplar halinde evlere dağılır, zeytinyağı, badem ve incir karşılığı fallara bakarlardı.
Bazı Çingene kadınları ise bohçalarında bulunan kumaşları, elbiseleri, tülbentleri kadınlara satmaya çalışırdı.
Çingene kadınların bir kısmı ise, kocalarının yaptığı şişleri pazarlarlardı.
Köyde elektrik olmadığı için, geceleri genellikle nenelerin evinde toplanılır, kadınlar gatmer ve börek yapıp servis yaparken, erkekler önemli konulardan bahsederlerdi.
Biz o dönemin çocukları, yaz geceleri nenelerimizle birlikte evin dışında yatardık.
Nenelerimiz, yıldızları anlatır, ayrıca her gece farklı bir hikaye ile bizi farklı diyarlara götürürlerdi. İlginç olan, Türkçe bilmeyen ninelerimizin bu hikayeleri Rumca anlatmasıydı.
Aradan yıllar geçip de Yunan klasiklerini okuduğumuz zaman, bize anlatılan hikayelerin çoğunun Homeros tan alınan hikayeler olduğunu görmemiz bizi hayli düşündürdü.
İlk okulda ALTI SINIFIN bir tek odada eğitim gördüğü bir süreç yaşadık. Türkçeyi orda öğrenip pekiştirdik.
Birçok evde Rumca konuşulurdu. Okulda ise Türkçe. Bu çelişki okulda birçok komik veya anlaşılamayan durumlar yaratır, birçok çocuk, Türkçe dersleri evde tekrarlayamadığı için, ödevlerini yapamazdı.
Yıllar, eski yaşamı akıllarda bırakarak hızla geçiyor. Ancak o dönemin tadı , rengi, her gün bizimle birlikte yaşıyor.