EDEBİ MEKTUPLAR EBEDİ AŞKLAR - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 26, 2024
Köşe Yazarları

EDEBİ MEKTUPLAR EBEDİ AŞKLAR

“Sevgili Milena! Hiçbir şeyin önemi yok, mektubundan başka.

Soluk alamıyorum ama hastalığımdan değil, yokluğundan.”
(Kafka)


Zamana kazılı, ölümsüz mektuplar edebiyatın en etkileyici yaratılarındandır bana göre. Kimlerin mektuplarını okumadık ki? Kafka’nın Sevgili Milena’sına yazdığını mı? Yoksa Nazım’ın Piraye’ye, Kemal Tahir’e gönderdiklerini mi? Kanuni ile Hürrem Sultan’ın, Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın, Abdulhamid ile Ruhşan’ın Mustafa Kemal ve Latife’nin mi? Yoksa Beethoven’ın öldükten sonra çekmecesinde “ölümsüz sevgiliye” hitaben bulunan, kim olduğu bilinmeyen, ancak tahmin yürütülen sevgilisine yazdıklarını mı? Yüzyıllar geçse bile okuyanların kanını donduran acılar, itiraflar, aşklar, anlar, heyecanlar, tutkular, suçlar, ihtiraslar, utançlar saklayan, barındıran mektuplarla iç içeyim günlerdir. Her okunuşta kahramanlarının yeniden canlandığı, aşklarının bir başka aşka karıştığı, hala yaşayan, yitmeyen mektuplarlayım. O, özlemle beklenenler, bir nefes gibi, su gibi, hava gibi yaşam verenlerle. Günlerdir zaman, mekan, kimlik değiştiriyorum. Kendimi bazen Prag’da bir tren garında, bazen devlet erkinin üstünde olan bir aşkın ortasında, bazen Bursa Hapishanesi’nde yatarken buluyorum. Bazen “ay ışığı” bulaşıyor geceme, alnımdan gelip öpüyor beni yüzyıl öncesinden yazılan bir cümle. Bazen içime denk düşüyor, benim için dile geliyor korku, endişe, keder. “Ölümün karşısında sen duruyorsun” diyen bir satırlar düşüyor posta kutuma, “yaşamın anlamı isminde gizlidir” diyen bir ses günlerdir adressiz bir derinlikten mektuplar gönderiyor. Kendimi bazen Piraye’nin kimliğiyle “Ben, her yerde, her zaman, yıldızlı bir denizin üstünde, çam ağaçlı bir balkonda,-karanlık- yalnız senin gözlerinin ışıltısını gördüğüm ılık bir odada, bir hapishanenin görüşme yerinde olsun, mektupla olsun, mektupsuz olsun, nesirle olsun, şiirle olsun, sana seni seviyorum demişimdir” diyen hapishane mektupları okurken buluyorum. Bazen Milena olup “birazcık uyuyabilmemi düşüne borçluyum” diyen bir sevgilinin acılarını duyuyorum. Bazen Kafka’nın “Bu karanlıklarda bile seninle eş düşüncede olabilmek! Şaşılacak kadar güzel” diyen bir cümlesinde beliriyorum. Beethoven’ın “Ay Işığı Sonatı”nı uğruna bestelediği o meçhul sevgili olduğumu düşleyerek:

“Sizden gayrı hiçbir kadın bu yüreğin sahibi olamaz. Asla!..
Ah Tanrım, insan böylesine değerli bir kadınla neden hicranı yaşamak zorunda. Şu anda Viyana’daki yaşamım sefilce. (…) Bugün, dün, ne gözyaşartıcı bir özlem size duyduğum. Ah n’olur beni sevmeye devam edin.
Hep sizin
Hep benim
Hep ikimizin”

diyen Ludvig Van Beethoven imzalı mektuplar okuyorum.
Kanuni Sultan Süleyman ile büyük aşk yaşayan Hürrem Sultan'ın, padişaha gönderdiği mektubunda "Canum paresi Sultanım, öyle nam sahibi ki sabah rüzgarı gibi merhamet artırıp saçar, öyle selam ki gönül kapan şeker dudakların kavuşması gibi, öyle dualar ki âşıkların avazı gibi yanık, öyle övgüler ki melek görünüşlülerin giysileri gibi sonsuz, öyle kalp safiyetleri ki sanki safa nuruyla nurlanmış selvi boyluların yanakları gibi… Benim Yusuf yüzlüm, şeker sözlüm, latif, nazenin sultanım…" diyen satırlarla Osmanlı tarihine damgasını vuran, devletin gücünün üzerindeki büyük aşkın tanığı oluyorum.

Günlerdir mektuplarlayım. En çok da Kafka’dan Milena’ya yazılanlarla. Tüm dünyanın susup da tek bir mektuba dönüştüğü başka bir dünya içine çekiyor beni. “Hiç bir şeyin önemi yok mektubundan başka” diyen bir büyük sözle tüm varlığını bir sevgiliye teslim eden güçlü kalemin hüzünlü öyküsü çıkıyor karşıma. Verem illetiyle boğuşan Kafka’nın sevgilisine “soluk alamıyorum ama hastalığımdan değil, yokluğundan” demesini içim kıyılarak okuyorum.

Cep telefonlarında, e-maillerde “mrb” “slm” diyen mesajları, gülücük, öpücük ifadeleriyle iletilen, şablon cümleleri mektup niyetine yazanlar da, alanlar da okuyabilirler bu yazıyı. İçlerindeki eksiklik ve rahatsızlık duygusuyla yüzleşebilmek için bu mektuplar bir tokat gibi çarpıyor çünkü insanın yüzüne. Haydi, zaman denilen çöplüğün içerisinde kaybolma kaderi taşıyan aşkların mesajlarını susturalım. Tüm bunların inadına edebi anlamda ve tarihsel süreçte henüz değer kazanmamış kendi mektuplarımdan yola çıkarak buluştum yeniden ölümsüz mektupların kahramanlarıyla. Böyle mektuplar yazan, bu mektupları yazdıran aşkları, acıları, özlemleri, derinliği, coşkuyu ve aslında ne kadar okusak da sadece o iki kişi arasında tam olarak hissedilebilecek duyguları yazan ve yazdıranlarla dikilmek istedim bugün karşınıza. Kendi mektuplarımıza dokunabilmek, yaşamın içerisine karışabilmek sorgusuyla. Bugün, zamane aşkların, kısırlığına, kabızlığına inat yaşanan büyük aşkların satırlarına karışmak istedim. Var mısınız kendinizi bu mektuplarda aramaya? Ya da tersten bakacak olursak, var mısınız bu cümlelerin, anlamların arasında kaybolmaya? Yazanın elinin kokusunu ulaştıran, teninin, terinin, parmaklarının kokusunu taşıyan, kağıdın üzerinde geldiği yerden bir iz bırakan, kah ucu yakılan, kah imzası bir dudakla mühürlenen mektuplarla var mısınız yaz(ama)dığınız, al(ama)dığınız mektupları aramaya?

Arkadaşı Kafka’nın vasiyetini dinleyip de tüm eserlerini yakmış olsaydı ne kitapları kalırdı geride, ne de sevgili Milena’sının yaşamındaki yerini okuyabilirdik mektuplarında. Onların aşklarının, acılı öykülerinin tanığı mektuplarından bir mektubu aşağıda paylaşmak istiyorum bugün sizlere. Kafka ile Milena birbirlerini görmeden mektuplaşmaya başlamışlar. Önceleri dostça paylaşımlarla olan mektupları kısa sürede tutkulu bir sevgiye dönüştürmüş onları. Üç yıl süren mektuplaşmalarında toplam üç kez buluşabilmişler. Bu aşk, “mektuplarda yaşayan bir aşk” olarak kazınmış tarihe. Her buluşma sonrasında Kafka kendi kendini suçlar, iç bunalımlar geçirirmiş. Bu yüzdendir ki kitabın arka kapağında Kafka’nın mektupları için ‘aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtıyor’ diye not düşülmüş. Bu mektuplar yazıldığı sırada Milena evli, Kafka ise nişanlıymış. Ancak medeni durumları büyük özlemlerini ve aşklarını engellemeye yetmemiş. Kafka o sıralar ciğerlerinden rahatsızlanmış ve verem olduğu anlaşılmış. Mektuplarını okuduğumuzda büyük bir yazarın kendi iç hesaplaşmalarını görmek mümkündür. O bunalımlı döneminde yazdığı mektuplar onun acısını, hüznünü, delice duygularla yaşadığı özlemi ve aşkı anlatmaktadır. Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar ise hiç bir zaman su yüzüne çıkmamıştır.

SORULAR
Sorular makaslarken kırıklarımı
Saçlarım değil harflerimdir kısalan…

Kimde kaç insan var? Kimde kaç yara? Bir yara kaç kez açılır, kaç kez yapılır yama? Hangi iç kanama içinden doğru seven birini acısız yürütebilir yolunda? Bilmek, denemenin neresinde durur? Yaşamla sorular kaçıncı göbekten akraba olur? Bir takı kaç kez takar söze kancasını? Bir göz neden çeker dilin yalancı sanrısını? Takıla takıla gelen kim kapıma? “Tak-tak”, kapım tıklamakta… “Tik-tak”, saatim ayarsız bir sorguya kurulmakta…

Kim bu bilgisiz ve dilsiz yürüyen kalabalık? Nereden oluşur bu karanlık, batık ve hastalıklı ortalık? Ortalıkta bir alabalık. Tuta tuta tutulan bir zaman. Zamanın içi oyuk. “Oy-oy” diyen zeytinin kökü yan/r/ık…. Mersinin boynu bükük, babutsanın adı kayıp… “Oy- oy” bu ülkenin insanı nerede? Kim bu burnuna takılan halkayla ortalıkta oynayan umursuz kalabalık? Oyuklarına gizlenen bu göçebe umutlar kimlerin malı? Bu cennet ada hangi şiirin vatanı: Kimin bu iç yarası, bu içinden doğru bükülen bıçak hangi “Lefkoşa” hatırası?..

Bir şamar gibi saçlarında sokaklar, sokakları da engebeli yalnızlıklar taşıyan çocuklar kimin doğurdukları: Ellerinden tutup sesimi aradığım yüzler kimin. İçinde darağacı büyüttüğüm satırlarım hangi rahmin artıkları. Aşk konuşur bütün dilleri diyen satırlar nereye çekildiler. Mağusa surlarına gizlenen nergisler nereye çekip gittiler. Kelimeler birer mızrak gibi batarken yaralı bir kuş sesine gebe zaman. Kanatları kesik kuşlar memleketinde UÇ verdi “barış” denen paslı yalan…

Tersten daldığım bütün sokaklar peşime. Tersten bize okutulan bütün kavramlar, anlamlar ve insanlar koşup durdular teslim olmamak için tercih edilen renklere. Evlerini bakımsız bıraktığım yalnızlıklar, yollarında çukurlarına düştüğüm yürüyüşler, tarlalarına ektiğim gülüşler ayaklarımın altında oluşan kabarcıkların sızılarıydılar. Binlerce gülüşün peşinde bir silkinişin öncesinde.

“Bir halk gülebiliyorsa, gülmek” değil midir “biz”lik… Biz duygusu yenilmeden benliğe, benlik teslim olmadan, ben merkeze. Dönüşüp, değişmeden günler, Mağusa henüz dost kokulu bir sabah, aşk tükenmez bir düş, organik beslenmeye sığınmak nedir bilmezken kimyasal aşkların hormonlu duyguların hapishanesinde tıngır mıngır masallar, şangur şungur kırgınlıklar ortasında, kalp krizi, kanser, damarlarımızı tıkayan şu zamane yaşamın kuralları ve alışkanlıklarına rağmen yaşayabilme çabası: Sevmek, unutmak ve hatırlamak… Her şeye rağmen gülebilmek değil midir çılgınlık ? Tüm siyahları kuşanarak, gökkuşağı renginde bir sabaha ulaşma çabası “sormak, yazmak ve susmak”…

Sordum ve konuştum. Ben kırılgan bir kuştum. Kanatlarımın ağırlığına yokuştum…
Az gittim, uz gittim, kendi kendime “uç”tum…

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar