Başka bir dünyadan anılar-45 Operada nasıl uyunur - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Mart 28, 2024
Köşe Yazarları

Başka bir dünyadan anılar-45 Operada nasıl uyunur

Gioachino Rossini’nin “Sevil Berberi” operasının bende özel bir yeri vardır. Liseli yıllarımda bir bankanın çok hoşuma giden bir fon müziği olan bir banka reklamı vardı. Müziğin hatırı için reklamı dinlerdim. Daha sonraları bu fon müziğinin Sevil Berberi’nin üvertüründen alındığını öğrendim.

Rossini (1792-1868) bu operayı 24 yaşında iken bestelemişti. Opera pek sevilmiş ve tutunmuştu. 1822 yılında Rossini, Beethoven ile buluştuğunda Beethoven tamamen sağır olmuştu ve ancak yazışarak karşısındaki ile anlaşabiliyordu. Beethoven’in şöyle yazdığı rivayet edilir: “Demek Sevil Berberi’ni besteleyen delikanlı sensin. İtalyan operası varlığını sürdürdükçe bu opera da var olacaktır. Sen operadan başka bir şey besteleme. Farklı bir stil, fıtratını bozacaktır.”
Rossini 18 yaşından 37 yaşına kadar 39 opera besteledi. Buna karşılık ömrünün so 30 yılında bir tek opera bestelemedi. Operalarının en meşhuru kuşkusuz Sevil Berberi’dir. Ben bu operayı ilk kez Paris’in Opera Comique binasında izledim. Hem de ne izleme!
Üniversite yıllarımda Türkiye’de epey Amerikalı genç vardı. Bunlara “Peace Corps” (Barış Gönüllüleri) denirdi. John Kennedy’nin oluşturduğu Barış Gönüllüleri “gelişmekte olan” yani geri kalmış ülkelerde hayır işlerine katkı yapmak amacıyla dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlardı. Bunların çoğu üniversiteyi yeni bitirmiş gençlerdi. Kimileri onlara “hayırsever insanlar”, kimileri de “Amerikan casusu” gözü ile bakıyorlardı. 
Ben bu gönüllerden ikisi ile tanışma fırsatını buldum. Bizim gibi insanlardı. Zamanla arkadaş olduk. Biri savaşa şiddetle karşıydı. En büyük korkusu, asker olarak Vietnam’a gönderilmekti. Bu yüzden Türkiye’deki görev süresi bitince Amerika’ya dönmedi. Gidip kaçak olarak İspanya’ya yerleşti. Bana oradan mektuplar gönderiyor ve beni Madrit’e davet ediyordu.
Londra’dan bir dönüşümde Paris’te indim ve Madrit’e gittim. Prado müzesinde Velasques ve Goya’yı keşfettim. Daha sonra Toledo’ya gidip Giritli El Greko’nun müze evini ziyaret ettim. İspanyolların sardalye turşusunu bira ve şaraba meze yapmalarına çok şaşırmıştım.
Üç-beş gün sonra bir gece treni ile Paris’e dönmeye karar verdim. Planım basitti: Tren sabaha Paris’e varacak, ben günü Louvre müzesinde geçirecektim. Sonra da Gare du Nord’a gidip gece yarısından sonra gelecek olan trenimi bekleyecektim.
Kompartımandaki yerime oturdum ve dışarıyı seyretmeye başladım. Derken bir kız gelip yanıma oturdu ve hemen sohbete başladı. Fransızmış ve öğrenciymiş. İspanya’ya bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Konu konuyu açtı ve müzikten bahsetmeye başladık.
Klasik müzikle ilgilendiğimi görünce şöyle dedi: “Haftalar önce Opera Comique’e iki bilet almıştım. Birlikte gideceğimiz arkadaş, ailesinin yanına gitmek zorunda kaldı. İstersen bileti sana verebilirim. Zaten bu akşam Paris’e dönüyor olmamın nedeni yarın akşam izlemek istediğim Sevil Berberi’dir.” Memnun olacağımı söyledim ve ertesi akşam operanın girişindeki merdivenlerde buluşmayı kararlaştırdık.
Çaktırmadan kızı baştan ayağa inceledim. Boyuna posuna baktım, saç rengini not ettim. Bu arada “İnşallah yarın gidip saçlarını boyatmaz” diye düşünmekten kendimi alamadım çünkü böyle bir şey olursa kendisini tanımam mümkün olmayacaktı.
Ben uçak ve tren yolculuklarında uyuyamam. Kız da öyleymiş. Nerdeyse bütün bir gece sohbet ettik. Sabahleyin o yoluna ben de müzeye. Bütün gün müzeyi dolaştım. Öğleyin oralarda bir yerde bir sandviçle (sözlüklerin nedense “sandviç” dedikleri şeyle) karnımı doyurdum. Ancak sandviçin tadı bir tuhaftı. Nedenini sorunca büfeci şöyle dedi: “En iyisini verdim. En iyi sandviç at etinden yapılır”. Bak, bunu bilmezdim. Böylece at eti de yemiş oldum.
Akşamleyin Opera Comique binasına gittim. Merdivenleri tırmanmaya başladım ki kız koşarak yanıma geldi. Allah bilir ya, kadınların gözlem yetisi galiba erkektekilerden daha güçlüdür. Girip yerimize oturduk. En arka sırada ortalarda bir yerdi. Rahat koltuğa çökünce ne denli yorgun olduğumu fark ettim.
Üvertür başladı. Göz kapaklarım öyle bir ağırlaştı ki onları kaldıramıyorum. Daha birinci sahnede benim içim geçti. Arada bir solistler alkışlandıkça kendime gelir gibi oluyor ama gene dalıyorum. Bir yandan da uyuduğumu belli etmemeye çalışıyorum. Kız da herhalde nezaketinden olsa gerek, uyuduğumu fark ettiğini belli etmedi. Son alkışlar ve “bravo” haykırışlarından uyandım. Operanın sadece üvertürünü dinlediğimi anımsıyorum. Operayı uyuyarak izledim! Her şeyi birden yapmaya kalkışırsan bu tür arızalar önlenemez.
Konuyla ilgili bir fıkra: En üst düzey zevattan oluşan bir heyet resmi ziyaret için Sovyetler Birliği’ne gitmişler. Mutad vechile heyet Bolşoy tiyatrosuna “Kuğu Gölü” balesini izlemeye davet edilmişler. Heyet lideri en ön sıraya oturtulmuş.
Daha üvertür çalınırken heyet lideri, benim gibi, kendinden geçmiş. Bir süre sonra eşi, dirseği ile sümsükleyerek şöyle fısıldamış: “Bey uyan! Galiba uyuduğunu fark ettiler. Seni uyandırmamak için herkes parmaklarının ucunda yürüyor


Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar