Başka bir dünyadan anılar-28 Çocuğa çocuk muamelesi yapılmamalı - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Nisan 20, 2024
Köşe Yazarları

Başka bir dünyadan anılar-28 Çocuğa çocuk muamelesi yapılmamalı

Rus yazar Lev Tolstoy “İnsanın hayatını şekillendiren en önemli unsur rastlantılardır” der. İnsanlar çoğunlukla rastlantılara “alın yazısı” veya “kader” diye bakar. Kaderde olmasaydı zaten karşına çıkmazdı demeye getirirler.

Babamın yaptığı ortaklıklar, çocuk yaşta ilginç bazı insanları tanımama vesile oldu. Bunlardan biri, Feriha Hanım’ın kocası Ratip beydi. Feriha Hanım’ın, kenarında büyük bir şamdudu bulunan, bir tarlası vardı. Benim anımsadığım kadarıyla bu tarlayı en az bir defa pamuk, birkaç defa da patates ekmişlerdi ortaklaşa. Feriha Hanım tarla ile suyu koyar babam da geriye kalan giderleri koyar ve ürünün bakımını yapardı. Ürün satıldığı zaman da para pay edilirdi.
Feriha Hanım kelimenin tam anlamıyla bir hanımağa idi. Gününü tarlalarda geçirir, işçilere başçılık ederdi. Buna karşılık kocası Ratip Bey etraflarda hiç görünmezdi. Allah bilir ya, köylülerle bir arada bulunmaktan hoşlanmazdı. (Bu çiftin oğlu olan Saffet bey doktordu. Rahatsızlığı olan köylülerin ilk başvurdukları kişiydi. Babamın beni birkaç defa Saffet beye götürdüğünü anımsarım.)
Patatesler sökülüyor, toplanıp torbalara dolduruluyor ve arabayla Feriha Hanım’ın Çiftlik’teki ambarına taşınıyordu. O zamanlar insanlar, daha doğrusu bazı insanlar, birbirlerine güveniyorlardı. Birinin ötekini çalacağı akla getirilmezdi. Zaten araya şüphe girince ortakçılık bozulurdu.
Ambara bir gidişimizde orta boylu, kır saçlı bir adam çıkageldi. Oradakilere “Çocuğu bırakın, dinlensin. Gelen sefer alırsınız” dedi. Meğer Ratip Bey buymuş. “Gel sana bir limonata hazırlayım da iç” dedi. Evin içine ilk kez giriyordum. Karşılıklı oturduk ve sohbet etmeye başladık. Ratip Bey tam bir Osmanlı efendisiydi. Büyük bir insanmışım gibi benimle konuşuyor ve anlattıklarıyla bana dolaylı olarak, pek de çaktırmadan tavsiyelerde bulunuyordu. Sözün özü, Türk cemaatinin okumuş insanlara ihtiyacı olduğunu vurguluyordu. Rumlar bir asra yakındır, tahsile önem vermişler ve bu yolda çok mesafe kat etmişlerdi. Bizler ise gerilerde kalmıştık. Nüfus oranına göre doktor, avukat, mühendis, eczacı, mimar sayısı düşükmüş. Bu sayıyı artırmak gerekiyormuş. Tahsil, hem de yüksek tahsil şartmış. Yumuşak bir tonla o kadar güzel konuşuyordu ki hayran kalmamak elde değildi. Sohbetine doymadan bizim arabacılar geri geldi. Onlara katılmak zorundaydım. Ratip Bey’le bir daha konuşmak nasip olmadı ama o sohbetin tadı damağımda kaldı. Nur içinde yatsın. 
Ortakçılık vesilesiyle tanıma fırsatı bulduğum ikinci kişi de Ali Kali idi. Aslen Lurucinalıydı ve köyün maldar kişilerinden birinin kızıyla evlenmişti. Renkli bir simaydı. Konuşkan biriydi. Üstelik konuşurken anlattığı olayı el kol hareketleri ile desteklerdi. Uzaktan baktığınız zaman üç aşağı beş yukarı ne anlattığını anlayabilirdiniz.
Dali yolu üzerinde tarlaları ve bir de su motoru vardı. Babam onunla ortaklaşa patates ekmişti. Patateslerin söküldüğü günlerde ben de yardıma gitmiştim. Erkekler patatesleri söküyor, kadınlar onları toplayıp lengerlere dolduruyor bizler de lengerleri taşıyıp patatesleri bir zeytin ağacının gölgesine döküyorduk. Ben lengeri tek elle kaldıramadığım için iki elle taşıyordum. Ali Kali zeytinin gölgesine oturmuş ve küçük patatesleri ayırıp ayrı bir yığında topluyordu.
Arada bir, patates dökmeye gittiğimde “Hade bir su getir, içelim da dinlenelim” derdi. Suyu eline alır almaz konuşmaya başlardı. Tabii, eli kolu konuşmaya eşlik ettiği için bu sürede iş yapmıyordu. Ben de hem onu dinliyor hem de küçük patatesleri yığından ayırıyordum. (Biz o küçük patateslere “sivri badadez” diyorduk.)
Aklına geleni bana anlatıyordu. Başından geçmiş ilginç olayları anlatıyordu. Bel altı, bel üstü fıkralar anlatıyordu. Bir çocuğa böyle şeyler anlatılmaz demeden her şeyi anlatıyordu. Anlattığı fıkraların bazıları hala hafızamda ama size anlatmam uygun değil. Ali Kali’den adeta “hayat dersleri” alıyordum. Sonraları bunun çok yararını gördüm.
Aradan yıllar geçti. Ben bir üniversite öğrencisi olarak 1964 yılı yaz tatilinde Londra’ya çalışmaya gittim. Ali Kali’nin tedavi için Londra’ya gittiğini ve Kıbrıs’taki olaylar nedeniyle orada kısılıp kaldığını öğrendim. Bir Pazar günü, bir arkadaşımla birlikte onu görmeye gittik. Biz Londra’nın kuzeyinde kalıyorduk o ise güneyinde. Yanılmıyorsam bir kardeşi çocuğunun yanında kalıyordu.
Her zaman gittiği bir kahvehanede onu bulduk. Bizi görünce çok sevindi ama Kıbrıs’a dönemediği için sıkılıyordu. Sazı eline aldı ve konuşmaya başladı. Sanki zeytinin altında yaptığı konuşmayı sürdürüyor gibi bir hali vardı. Bir ara bize Londra’da nasıl kaybolduğunu anlattı:
– Bir sabah herkes işe gittikten sonra, her gün yaptığım gibi çıkıp kahveye gittim. Geri döndüğümde bir de baktım, uuh bizim ev yerinde yok. Bilirsiniz bu pezevenk memlekette mahallenin bütün evleri birbirine benzer. Berikât versin bizim evin avlusunda bir ağaç vardı. Onu nişan koydum ve evi kolayca buluyordum. Geri döndüm, her zaman geçtiğim yoldan yürüdüm, gittim. Bizim ev gene yerinde yok. Uçtu gitti beytambal. Akşama kadar gittim, geldim. Yok, yok. Bizim çocuklar işten döndü ben daha ev arıyorum. Meğer belediye o gün gelmiş,  ağacı kesip götürmüş.
Bu iki kişiden şunu öğrendim: Çocuğa, çocukmuş gibi muamele edilmemeli.


Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar