Başka bir dünyadan anılar-24 Dayak cennetten çıktı - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Perşembe, Mart 28, 2024
Köşe Yazarları

Başka bir dünyadan anılar-24 Dayak cennetten çıktı

Okullu oluyorum diye havalarda uçuyordum. O kadar ki formaliteler tamamlanınca babamın öğretmene “Eti senin, kemiği benim” sözlerinin ne anlama geldiğini fark etmedim bile.
Bir ömür, bu günü beklemiştim. Çocukluğum “Yarın, okula gittiğin zaman” ile başlayan cümleler duymakla geçmişti. Ve o gün gelip çatmıştı. Babam beni elimden tutarak okula götürdü. Yolda “Okuyacak, adam olacaksın” sözlerinden sonra bazı tavsiyelerde bulundu. Ana giriş kapısından girdik ve açık olan okul kapısından içeri girdik. Okula ilk kez adım atıyordum.
Sağ tarafta sıralar dizilmişti. Solda ise üç ayak üstünde duran bir karatahta, tam karşıda içinde birkaç kitap bulunan bir dolap, dolabın üstünde gelinlik içinde bir kadın fotoğrafı ve yanında da kocası. (Bu bizim kraliçemizmiş meğer.) Solda ileride kocaman bir masa ve masanın arkasında orta yaşlı bir adam. Masanın kenarında ise çeşitli ağaçlardan kesilmiş iki-üç tane çirpi (ince sopa).
Adı, baba adı, doğum tarihi gibi bilgiler yazıldıktan sonra babam bir yerlere imza attı ve öğretmene şöyle dedi: “Oğlumu sana teslim ediyorum, hoca efendi. Eti senin olsun, kemiği benim.” Ve babam çekip gitti. Mezun olduğum güne kadar bir daha okula ayak basmadı.
Köylüler, dayağın terbiyede çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorlardı. Dayağın cennetten çıktığından emindiler. Üstelik öğretmenin vurduğu yerde gül bittiğinden de hiç kuşkuları yoktu. Okul hayatım boyunca hiçbir öğrencinin hocadan dayak yediği için anne-babasına şikâyet ettiğine rastlamadım. Öğretmen dövmüşse haklı bir gerekçesi olmalıydı. Şikâyet etme cesaretini veya aptallığını gösteren öğrenci, muhakkak azar işitirdi. Dayak, eğitimin vazgeçilmez bir parçasıydı.
Bu yüzden öğretmenimiz hem öğretmenimiz hem de hapishane baş gardiyanı görünümlü biriydi. Öğretmenden çekinmeyen, korkmayan öğrenci yoktu. Ders verirken, teneffüslerde avluda dolanırken elinden çirpi hiç eksik olmazdı. Sınıf içinde çoğunlukla avuç içine, avluda kaba yerlerimize vururdu. Çok kızdığı zaman başlara vurduğu da olurdu.
Hocanın işinin kolay olmadığını da vurgulamak gerekir. Okulda altı sınıf vardı ve her sınıfa ayrı ayrı ders vermesi gerekirdi. Bir sınıfa ders verirken öteki çocukların sessiz olmaları için hocanın çirpisine ihtiyaç vardı. Meraklı öğrenciler için bu tür bir okul avantajdı. Birkaç senede üst sınıflara verilen dersleri de öğrenmiş olurdunuz.
Öğretmenin çirpi aramasına gerek yoktu. Ovaya giden köylüler, çirpi olmaya uygun nerde bir dal görseler; onu keserler, bir güzel hazırlarlar ve okulun önünden geçerken öğretmene teslim ederlerdi. Nar çirpisi, dut çirpisi harcıalem sopalardı. Ender bulunanı ve en tehlikelisi zeytin çirpisiydi. Öteki çirpilerle vurduğu zaman, hepimizin bildiği, pembe gül biterdi. Zeytin çirpisiyle, kan kırmızısı gül biterdi.
“Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr / Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir” (Nasihatle yola gelmeyen azarlanmalı / Azar ile uslanmayanın hakkı dayaktır) diyor Ziya Paşa. Bizim okulda dayakla uslanmayanın da cezası vardı. Bu gibiler, kara tahta ile pencere arasındaki boşlukta ve tüm öğrencilerin gözü önünde birkaç saat “ayakta durma” cezası alırlardı. İki ayak üzerinde durmak, bir çocuk için büyük bir sorun değildi. Ancak “tek ayak üstünde durma” cezası büyük işkenceydi. Üstelik çocuklar, anlaşılmayacak derecede gaddardı. Tek ayak cezası alan öğrenci, ayağı uyuşup da öteki ayağını kullanmaya yeltenince okulda bir uğultu kopardı: “Ayağını değiştirdi.” Öğretmen, bazan güler geçerdi; bazan da “Ayağını değiştir, bakalım” diye gürlerdi.
Dört yıl boyunca eğitim ve terbiyemiz çirpilerin gölgesinde geçti. Sonra köyümüze yeni bir öğretmen atandı. Halil Şemsettin gitmiş, yerine Ahmet Fehim gelmişti. Ahmet Bey mülayim bir adamdı. Çirpi mirpi taşımazdı. Kızdığı zaman öğrencileri azarlardı. Çok çok elindeki cetvelle, o da cetvelin enli tarafıyla avuçlara birkaç kez şaklatırdı. Kulak burduğu da olurdu.
Zeytin çirpisinin tadına varmış olan öğrenciler için böyle bir ceza devede kulaktı. Kendilerini gül suyuyla yıkanmış gibi hisseden okulun haylazları sınıfta daha çok gürültü yapmaya başladılar. Kuşkusuz bu değişiklik köylülerin dikkatinden kaçmadı. Hocaya terbiye aracı olan çirpi getirmeyi önerdiler ama hoca kabul etmedi.
Ahmet beyle birlikte okulda ve köyde iki önemli değişiklik yer aldı. Birincisi, yıllardır boş duran dolaba daha çok kitap girdi. Bu da benim çok hoşuma gitmişti. Zaten ilk birkaç yılda bütün sınıflara verilen dersleri öğrenmiştim. Dersler bana tekrarmış gibi geliyordu. Halbuki ciltli yeni kitaplar, yeni ufuklar açmıştı bana. Her birini defalarca okumuş, neredeyse onları ezberlemiştim.
İkincisi, Lefkoşa’dan işçi otobüsü ile gelen gazeteyi, Ahmet bey okul mesaisinden sonra kahvede yüksek sesle köylülere okumaya başladı. Bu sayede köylüler, ülkede ve dünyada olan bitenden haberdar olmaya başladılar. (O sıralarda, veya biraz daha sonra, kahveye bir de radyo alındı ve ondan da haberler dinlenmeye başladı.)
Gene de Ahmet Bey köylünün gözüne girmeyi başaramadı. Dayaksız/Çirpisiz terbiye olur muydu canım?

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar