Türkiye’den rica ettikleri gibi Yunanistan’dan da rica ediyorlar mı bilmiyoruz çünkü medyada haberlerini göremiyoruz.
Buna karşılık Şubat ayından beridir başta BM’ler olmak üzere AB ve Amerika tüm dikkatlerini Türkiye üzerine yöneltmişler, “aman ne olursun çözüme katkıda bulun” demekteler!
Bu rica ve niyazları anlamakta zorlanıyorum. Çünkü eğer çözüme katkıda bulunulması isteniyorsa bunun adresi evvel emirde Rum tarafı ile Yunanistan’dır ve dolaylı olarak hinoğlu hinlik yapan İngiltere’dir! Şimdi neden böyle bir değerlendirmede bulunduğumuzu anlatalım:
BİR: 1974’ten önce Rum’ların Türkler’e saldırmaları karşısında İngiltere ve Yunanistan’nın seyirci kaldığı kanlı olaylara tek başına müdahale ederek adada daha büyük felâket ve kıyımları durdurmayı başaran Türkiye’dir.
İKİ: Grivaslı Rum ve Yunanlı askerlerin 1977’de Geçitkale’ye saldırılarını durdurup kanlı olayları sonlandıran ve adayı “normalizasyona” götüren de etkin müdahalesi ile yine Türkiye’dir.
ÜÇ: 1974 Barış Harekâtı’nı gerçekleştirerek Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını önleyen, Rum halkının Yunan askerleri tarafından kıyılmasının ve adanın Yunan askeri cuntasının egemenliğine geçmesini önleyen de Türkiye’dir.
DÖRT: Adada Kırk yıldır süregelen barışı sağlarken, Rum’un “hayır”ına karşılık Annan planına “evet” diyerek ne kadar barışçı ve çözüm isteyen taraf olduğunu ispat eden de Türkiye’dir…
BUGÜN BARIŞÇI ÇÖZÜMÜ İSTEYEN TÜRKİYE İŞTE O DÜNÜN TÜRKİYE’SİDİR. İspatı tarihi gerçekleriyle yukarıda ayan beyan sıraladığım olaylarla perçinlidir. Kimse çıkıp da bu adada “barış ve düzeni Türkiye’nin askeri harekâtı dinamitledi” demesin! İşte son ispatı:
Bugüne kadar sarkan müzakereler “Gambari süreci” ile Talat ve Papadopulos arasında başladı, Hristofyas’la sürdü, Eroğlu Hristofyas ve Eroğlu Anastasiadis’le devam ediyor… Tutun ki 2007’den beridir de devamda…
Sonuncusu geçtiğimiz şubat ayında başladıydı. Nitekim geçen gün Talat’ın “Tarafların üzerinde anlaştığı tek metin ortak metindir” dediğince bir santimlik ilerleme de olmadı. Oysa “Ortak Metin” Anastasiadis’in “olmazsa olmaz” dediği dayatmasıydı. Buna karşılık Türk tarafı bu dayatmayı da kabul ederek müzakerelerin başlamasına bilmem kaçıncı kez yeniden katkıda bulundu!
Ki bu “Ortak Metin” dediğimiz müzakerelere “ana başlık” olarak rehberlik yapacak şu slogansal prensip kararıydı: “Tek egemenlik, Tek uluslararası temsiliyet, dolayısıyla tek yurttaşlık…” Kısaca “Türk’ü Rum”u Kıbrıs Federe Devleti’nin şemsiyesi altına girecekti…
BİR ŞARTLA: Bu şartı da Eroğlu önerdi, Anastasiadis kabul ettiydi. “Kuzey’deki ve Güney’deki federe devletleri oluşturan devletçiler (yahut eyaletler) kendi içlerinde ve birbirlerine karışmadan kendi egemenliklerinde kendi iç yönetimlerinin de sahibi olacaklar…”
Anastasiadis başından beridir bu konuda vıcıklaşıp gıcıklık yapıyor ve diyor ki bu “konfederal sistemdir!” Ardından da ekliyor: “Dönüşümlü Başkanlık da olamaz hep Rum Başkan olacak!”
İşin kısası Anastasiadis bir yandan Kuzey’den türlü çeşitli ödünler isterken öte yandan “Türk halkının cemaat esamesinde bir azınlık olduğunu iddia ederek, “hakkınız kadarını alabilirsiniz” diyor!
Hakkımıza bakıyoruz en kabadayısından yüzde 25 toprak, kamuda da tutun ki yine yüzde 25 temsiliyet… Ayrıca yönetim erki olarak Rum sultası altında bir Türk halkı! BUNLARA KARŞIN BAN Kİ-MOON HÂLÂ ERDOĞAN’DAN DESTEK BEKLİYOR: Telefonla Erdoğan’ı tebrik etmiş, görüşmüşler. Ban Ki-moon Erdoğan’dan Müzakerelere katkıda bulunmasını istemiş. Desteğinin çok önemli olacağını özellikle belirtmiş…
Şimdi düşünüyorum. Erdoğan yahut öteki yetkili ve sorumlular mesela Eroğlu… Ban’ın istediği Çözüme nasıl yardımcı olabilirler? Anastasiadis ile Hrisostomos’u çözüme yanaştırmak için hangi siyasi argümanları kullanabilirler? Mesela:
Anastasiadis’i yola getirmek için Güney’e yönelik 3. Barış Harekâtı mı gerçekleştirilsin?
Maraş’ı hemen iade ederek Güzelyurt’un da anahtarı Anastasiadis’in avucuna mı konsun?
Kalıcılığı ile Rumlardan oluşacak “Başkanlık” sistemi itirazsız kabul mu edilsin?
Azınlık çoğunluk ahkâmına dayanan federal sisteme evet mi densin?
Yüzde yirmi beş oranında toprak kabul mu görsün?
Türkiye garantörlüğünü lağvederek güven mi versin? Ne kadar TC’li varsa hepsi de TC’ye mi postalansın? Vesaire…
OYSA: Eğer Ban Ki -moon müzakerelere katkıda bulunma çağrısı yapacaksa, Yunanistan’a, Rum tarafına yapmalıdır. Üstelik şu vazgeçilmez ısrarla: “Kurulacak Federal sistem eşit haklara sahip iki toplumlu iki bölgeli bir ortaklık devleti olmalıdır…
**********
KISACA TAKILDIKLARIMIZ: (KARANLIKLARLA KARAMSARLIKLAR SARMALINDA KKTC ANCAK BU KADAR İYİ OLABİLİRDİ!)
Zaman zaman refikim Fikret Şanal’la sabah sohbetlerinde buluşurum. Ayni düşünce dalgalarında olduğumuz için frekanslarımız iyi çakışır. Her ikimiz için de “müzakerelerin nasıl sonlanacağı merak konusudur.” Ve trafikten sağlığa, temizlikten tertibe her bir şeyler kısaca derdimizdirler!
Geçen gün yine konuşuyoruz. Onkoloji Merkezi açıldı… Ne kadar güzel. Bu memlekette bir taşın üzerine tek taş eklense sevinir insan. Dünyada kanserin çaresini bulmak için dünyalar kadar paralar harcanırken bizim Onkoloji Merkezimiz ne kadar işlevsel olur bilemeyiz ama yine de güzel ve olumlu bir girişim…
FAKAT: Şanal’la da konuşurken soruyoruz: Böylesi bir Onkoloji Merkezinden önce asıl yapılması gereken, kanser vakalarını en aza indirecek tedbirlerin alınması değildir midir? Asıl ve büyük bir seferberlikle parasal harcamalar bu tedbirler için öncelik bulmalı değil miydi?
Denecek ki “o tedbirler alınıyor gerekenler yapılıyor ya!” Yapılamıyor! Yapılıyor gibilerinden açıklamalar yapılıyor!
TRAFİK KAZALARINI ÖNLEME ÇABALARI DA AYNI: Yıllar Önce her bir sorunu çözmenin, dertlere çare bulmanın “olmazsa olmazıdır” dediğimiz “eğitimi” koyduktu hayatımıza. “Her konuda ve sorunda eğitim” diyorduk. Trafikte, temizlik tertipte, insanların insanlara karşı oluşturmaları gereken saygı ve sevgilerde, kurulacak sempatilerle varılacak empatilerde…
Küçücük coğrafyayı ancak böylesi insancıl duygu ve düşünceler yüceliğinin vatanı yapabilirsek huzura ve istikrara varabiliriz diye düşündüktü! Ve yıllar önce okullara ilk kez trafikle ilgili dersler koyduktu. Yetişen çocuklar yarının büyükleri oldukta trafik sorunu kendiliğinden çözüm bulsun umudunda!
Bir de bugüne bakın: Trafik kazalarını önlemek için yolları belleri kameralarla doldurduk. Cezaları artırdık, her köşeye bir polis ekibi diktik. Yine de trafik kazalarında ölenlerin arkasından akıttığımız göz yaşlarımızı dindiremedik çünkü kazalar beterince artmaya devam ettiler…
TEMİZLİK DE ÖYLE: Gitgide yeni yeni örgütler oluşuyor. Memleket bir baştan bir başta temizlik seferberliğine baş koymuş yurdunu seven insanlar tarafından temizleniyor, temizlenen yerler sonra yine kirletiliyorlar! Şaşırıyorsunuz! Bir memlekette insanların Solcu veya Sağcı, UBP’li veya CTP’li, Fenerbahçeli yahut Galatasaraylı olmasını anlarsınız ama aynı insanların “temizleyenlerle kirletenler” diye iki ayrı pozisyonda karşı karşıya geleceklerini hiç düşünemezsiniz!
Ne var ki ben yavaş yavaş bu çok tuhaf çelişkiyi düşünmeye de başladım anlamaya da! Eğer bir memleketin yarısı, adına devlet denilen KKTC’ye inanmıyorsa…
Eğer insanlar ekip biçtiği topraklarının bir gün olası bir çözümle ellerinden alınacağı kuşkularını yaşıyorlarsa…
Eğer 2007’lerden beridir süregelen müzakerelerden bir sonuç alınamıyor sürekli yeni müzakere masaları kuruluyorsa…
Eğer Türkiye parasal himmette bulunmaz, büyük yatırımlarımıza katılmaz, güvencesini esirgerse yok olup gideceğimiz kuşkularında yaşanıyorsa…
Eğer üniversiteleri bitiren gençlerimiz işsizliğe mahkûm oluyorlarsa…
Eğer Kanser, memleketi kırıyor, trafik kazaları artıyor, pislik beterin beteri oluyor, artı, “ilahi kudret” intikam alır gibi memleketi kuraklıktan yakıp kavuruyorsa…
Kimin için ne ifade eder ki memleketin temizliği? Aksine “içine edilesi vatan” da der, “anasını sattığım topraklar” da… Tabii eklemeliyiz ama: Memleketi bu imajla özellikle sarıp sarmaladılar ki aydınlıkların değil, karanlıklarla karamsarlıkların halkı olalım! Becerdiler de!