Akıl Oyunları - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cumartesi, Nisan 20, 2024
Köşe Yazarları

Akıl Oyunları

Bekir AzgınBekir Azgın

İnsan hafızası, insana oyun oynayabilir. Tekrarladığınız şeyleri hatırlarsınız. Ya tekrarlamadıklarınız ne olur? Kimisi unutulur gider, hafızadan silinir. Kimisi bir şeyler olunca hemen çağrışımla hatırlanır. Kimisi de, sizin isteğiniz dışında hafızanısa çakılır, orada kalır.

50 yıl önce, Ocak 1969’da o zamanki adıyla Leningrad kentini ziyeret etmiştim. Aklımda ne kaldı diye baktığım zaman istediğim hiçbir şeyin kalmadığını farkediyorum. Ya neler kalmış?


Soğuk bir hava kaldı aklımda. Büyük bir parkın içinde bulunan Savunma Şehitliği’ni görmeye götürdüler bizi. O ziyaretten aklımda kalan buz tutmuş beyaz kaşlardı. Burnumuzdan çıkan buhar kaşlarımızda bir buz şeridi oluşturuyordu. Sıcaklık -39 dereceymiş.

Leningrad kenti, II. Dünya Savaşı sırasında Alman askerleri tarafından 900 gün süreyle kuşatma altında tutuldu. Bombardımandan ve özllekle de açlıktan 800 bin Leningradlı ölmüştü. Fareleri yediler, direndiler. Açlıktan öldüler, teslim olmadılar.

Kuşatma Felâketini Dimitri Şostakoviç, “Leningrad” adını verdiği 7. Senfonisi ile anlatmaya çalışıyor.  Senfoninin Leningrad’daki ilk gösterisi için yapılan provalar sırasında üç orkestra üyesi açlıktan ölmüştü. Müzisyenler o denli halsizdiler ki aletlerini çalmakta zorluk çekiyorlardı.

Şehrin içinde kıvrılarak geçen Neva nehrini anımsıyorum. Bu nehrin üzerinden geçen bir köprünün iki ayağında kocaman atların üzerinde oturan adamların heykelleri de aklımda. Neva nehri görüntüleri nedeniyle bu kent “Kuzeydeki Venedik” diye anılır.

Bizim “DeliPetro” dediğimiz, Rusların “Piyotr Velikiy” (Büyük/Ulu Petro) dedikleri kişi, Bir liman kentine sahip olabilmek amacıyla 1703 yılında, daha sonra “Sankt Peterburg” (Aziz Petro Şehri) adını verdiği kenti kurmaya başladı.

Alan bataklık olduğu için yapılması gereken çok iş vardı. Bu amaç için İsveçli savaş esirleri ve Rusya’nın dört bir yanından getirilen serfler (mal sahibi olmayan köylüler) kullanıldı. 10 yıl içinde kurulan şehir, onbinlerce kişinin mezarı üzerine kuruldu. Bu sürede ölenlerin sayısı tam bilinmiyor ancak 40-50 bin dolayında olduğu tahmin ediliyor.

1713 yılında Peterburg, Rus Çarlığı’nın başkenti olur. Üç-beş yıllık bir süre dışında 1917 yılına kadar Rusya’nın başkenti olarak kalır. Ancak 1914 yılında Rusya ile Almanya I. Dünya Savaşı’nda karşı karşıya gelince II. Nikolay, adın Almanca olmasından rahatsız olarak kentin adını “Petrograd” olarak Rusça’laştırdı. 1918 yılında Bolşevikler Petersburg’u terkederek Moskova’yı başkent ilân ettiler. 1924 yılında Lenin’in ölümünden sonra kentin adını değiştirerek ona “Leningrad” (Lenin’in şehri) adını verdiler. 1991 yılında her şey tersine çevrilerek kente ilk adı olan “Sankt Peterburg” (Aziz Petro şehri) adı verildi. Allah kerim bir sonraki değişikliğe. (“Petersburg” kentin İngilizce adıdır; kentin orijinal adı “Peterburg”dur.)

Peterburg, bir de , aşk kenti olarak anılır. Ünlü beyaz geceleri dolayısıyla. Ben kentte kışın ortasında bulunduğum için geceler kapkaranlıktı. (İlk gençlik yıllarımda okuduğum Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler” adlı romanında büyük bir aşk var mıydı anımsamıyorum.)

Başka bir büyük kişilik olan “Yekaterina Velikaya” (Büyük/Ulu Katerina) tarafından kurulan ve günümüzde dünyanın en büyük müzelerinden biri olan “Ermitaj” müzesinde bir gün geçirmiştim. Hem de grupta birlikte olduğum öğrenciler  öğle yemeğine gittiklerinde bile ben ara vemeden gezmeyi sürdürdüm. Altı büyük binadan oluşan müzenin iki binasını ya gezdim ya gezmedim.

Gelelim hayati soruya: Ne hatırlıyorum? Bir tek şey gözlerimin önündedir. Rodin’in küçücük bir heykelciği. Yanılmıyorsam, Büyük Katerina’nın pek çok sevgilisinden biri tarafından kendisine hediye edilmişti, bir 25 Kasım günü. (Bu tarih, Azize Katerina günü olduğu için bütün Katerinalar o günü, isim günleri olarak kutlarlar.)

Hafıza, işte, böyledir. Her şeyi korumaya uygun bir organ değil. Ama bazı şeyleri gayet güzel hıfzeder. Tate Gallery deyince aklıma Van Gogh’un bizim köy sandalyelerine benzer bir sandalye aklıma gelir. Louvre deyince Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa”sı, Prado deyince Velasquez’in duvardan üzerinize fırlayacakmış gibi duran “At üzerindeki çocuk Prens Balthasar Charles”, Amsterdam Ulusal Müzesi deyince de Rembrandt’ın “Gece Nöbetçileri” aklıma gelir.

Kafama kazınmış bir de Vermeer’in “İnci Küpeli Kız” tablosu var. Tuhaftır, onu nerede seyrettiğimi anımsamıyorum. El Prado’da izlediğim Goya’nın korkunç insan desenleri de unutulur gibi değil.

Ben hafızama “Bunları bir yere kaydet. Sakın unutma” demedim. Ama o bilinç dışı olarak kaydını yapmış. Beğenirsin beğenmezsin hiç umurunda değil.

Peki, bütün bunları neden yazıyorum?  Kafanızı boş yere neden ütülüyorum? Bayram tatilinde eşimle birlikte Aziz Peter Kentine gidiyoruz da ondan. Bakalım, Rodin’in heykelciğini yerinde bulabilecek miyim. Üstelik, bu defa beyaz gecelere de şahit olabileceğiz.

Haftaya yokum. Hepinize hayırlı bayramlar dilerim.

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar