Zihnimde Van Gogh sarısı - Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber
Cuma, Nisan 19, 2024
Köşe YazarlarıSürmanşet

Zihnimde Van Gogh sarısı

Bedia BalsesBedia Balses

Sen biriktirmeyi seversin
Hadi devam et şimdi,
Kuru yaprakları
Deniz taşlarını
Gözyaşını
Sorulamamış soruları
Senden kalan sesleri
Yaşanamamış paylaşılmışlıkları
Birlikte harcamak üzere kalbinde biriktirilmiş zamanları ve hüznü
Ve özlemi biriktirmeye…
Oğuz Atay

Akşamüstü altın bir kesiti andıran renkleriyle kuru otların üzerine düştü. Zihnimde Van Gogh sarısı solarak pastel renkli yalnızlığa dönüştü. Hüzün, gün boyu saklandığı kuyudan çıkıp rüzgarın esintisine karıştı. Hafif hafif yaladı yüzümü solgun bir esinti. Eski günler kimsenin göremeyeceği, bulamayacağı yerlerden bir şarkı olup düştü dudaklarıma:


hani o bırakıp giderken seni 
bu öksüz tavrını takmayacaktın
alnına koyarken veda buseni
yüzüme bu türlü bakmayacaktın
gelse de en acı sözler dilime
uçacak sanırım birkaç kelime
bir alev halinde düştün elime
hani ey gözyaşım akmayacaktın

 

Eskileri biriktirmekteki beceriyi yenide bulamıyordum. Sokaklar arasında biriktirdiğim akşamüstlerini, sabahları, vedaları, sözleri, yüzleri duvarlar arasına, şimdiki zamana sıkıştıramıyordum. Onlar rüzgara, denize, şarkılara, şiirlere aittiler. Anılarım yalnızlığımın tanıklarıydılar. Kalabalıktılar, onlarca yüzdüler farklı yaşlarda. Bizi bırakıp bir başka dünyaya gidenler yanlarında gülümseyişimin en güzel parçasını da götürmüşlerdi. Masumiyetimin o habersiz coşkusunu silip gitmişlerdi. Şimdi bir başka yerde, benim bilmediğim bir şarkı söylüyorlardı, her akşamüstü kulağıma kadar gelen. Hasılların dalgalanmasında ölgün bir sarıda belli belirsiz gülümsemeleri görünürdü. Toprak yollardaki taşların un ufak olmuş aşınmışlığı izlerini derinlerde saklardı. Çoktan uzaklara giden kedimiz, köpeğimiz, siyah incimiz hepsi bizimle birlikte sulu limon ağacının altındaki izlerimizdeydiler. Hepsi benim iç dünyamdaki yerlerini koruyorlardı. Üzerlerini örtmedim, tozlandırmadım, uzaklara itmedim. Örümcek ağlarını aldım, eskitmedim, silinmelerine izin vermedim.

Ucuz kumaşlarımızdaki zenginliğimizi, düşük maaşlardaki ziyafetimizi, şarkılı, şiirli, kahkahalı, umutlu çocukluğumuzu yani sahip olduğum en güzel hazinemizi götürmüşlerdi yanlarında, gidenler. Artık her şey vardı da, sevgide, vefada, gülümsemede kıtlık vardı. Akşamüstü, sonbahar fırçası ile pastel renklerini sürerken adaya yalnızlığımı da cilalıyordu aslında.

Gözümün önünde boylu boyunca Van Gogh’un ay çiçekleri vardı sanki. Benzeşmeler birbirine karışmıştı. Şimdi serin bir Eylül ve pastel renkli bir akşamüstü vardı, ömrümü, kimliğimi açıklayan. Evimizin önündeki ay çiçekleri hayatımın en güzel sarı rengiydi. Henüz benim boyum onlardan ufakken tanışmıştım onlarla. Gülümseyen bir çiçek olarak kalmışlardı hayatımda. Bir daha o kadar içten gülümseyemeyişimin anımsatmalarıydılar şimdiki hayatımda.

Biriktirmiştim… Çekmecelerde pirililer, eski mektuplar, eski fotoğraflar.. atamıyordum. Hiçbir şey atamadığım için de yenilerine yer açılamıyordu. Eski mektupların üzerine yenilerini yazamıyordum. Şiirlerim yeni gibi görünse de hep aynı konu, aynı makam, aynı zamandaydılar. Bir hayata/şarkıya söz yazacak olsam : PASTEL RENKLİ YALNIZLIK olurdu adı, içinde  kırmızıları barındırmayan… Solgun bir akşamüstü gidenlerin hüznünü ve yitirilmişliğin rengini anımsatan SARI rengiyle girmişti hayatıma, tüm renkleri yutan bir yalnızlıkla. Gidenler, gülümsememdeki renkleri de alıp götürmüşlerdi yanlarında.

 

 

 

————————————————————————

 

 

 

RÜZGAR SİNMİŞ KENTİN SOKAKLARINDA

 

Günler bir uçurumu taşıyordu. Ceplerinde umutları, beyaz etekli bir kadın dolaşıyordu rüzgar sinmiş kentin sokaklarında. Ekmek derdindeki insanların telaşını andıran uğultuyla dönüyordu martılar başucunda.. Büyülü bir kentin geceleri hep böyle sevdalara dönük yaşanırdı. Arka sokaklarında açlık, sefalet, umutsuzluk, kimsesizlik taşınsa bile büyülü kentlerin sihirli bir dokunuşu vardı insanın saçlarına. Beyaz eteklerinde geldiği yerlerin tuzlu kokusunu dağıtıyordu etrafa… Gözleri Akdeniz kokuyordu. “Yedi tepeli şehirde unutulan gonca gülün” acısından habersiz insanlar gelip geçiyor, arabalar durmadan ilerliyor, sabah oluyor, akşam oluyor, insanlar buluşuyor, ayrılıyordu. Şarkılar vardı, şarkılar durmuyordu. Nice biten, nice başlayan hayatlar gibiydi şarkılar. Her şarkı kendi öyküsünü yaşatıyordu insana. Birbirlerinden habersiz nice hayatlar geçip gidiyordu yollardan. Geçerken insanların umutları, yalnızlıkları da geçip gidiyordu gözünün önünden.

 

Simit satan bir çocuğun bakışı takıldı aklına. En çok çocukların bakışları anlatırdı bir ülkenin gerçek yüzünü, biliyordu. Ellerinde koskoca bir yalnızlığın hüznüyle, her bir simitte erken büyütülen bir çocuğun eksik tadını satıyordu insanlara. Ve insanlar “acaba simit gevrek midir” diye kafa yorarken yediklerine, arkalarını döndüğünde unutuyorlardı simitçi çocukları. Ardından bir balıkçı tezgahının önünde, sişenin içindeki balıkları farketti kadın. Engin bir denizden kopartılıp getirilen balıkların mutsuzluğu doluşmuştu şişede. Farkında değildi balıklar, dar bir şişe içinde yüzmeye çalışırken birbirlerine çarptıklarından. Ne kaçıp uzaklara gidebilecek kadar özgürdüler, ne de şişenin içinde ölmeyi seçecek kadar zayıf. Beyaz etekli kadın, balığı bir anlık bile olsa şişedeki esaretten kurtardı. Ancak bilmiyordu ki bu kurtarış onu bu kez de havayla temas etmesinden dolayı öldürecekti. Bunu farkedince hemen onu küçücük yaşam alanına geri attı. Milyonlarca insan gibi, milyonlarca canlı gibi, sınırları çizili küçük hapisanesinde yaşam kavgasına devam etti balıklar.  Etrafı denizlerle çevrili mersinin, zeytinin Afrodit’in ülkesinde yaşayan insanların yaşamları geldi aklına. Kendi yaşamı, kendi ülkesi ve insanı takılmıştı sanki denizden çekip çıkartılan ağlara… Kendini mavileştiren sese doğru yürüdü… Büyülü kentin sokaklarında beynindeki şiir bir çığ gibi büyüdü.

 

Tepki göster
Bayıldım
0
Bayıldım
Huzurlu
0
Huzurlu
Hahaha
0
Hahaha
Üzüldüm
0
Üzüldüm
Hayran Kaldım
0
Hayran Kaldım
Facia
0
Facia
Web tasarım ve geliştirme : Baba Bilgisayar